Cennetin Çocukları

sinema6

İran sinemasından birbaş yapıt

Yönetmen: Mecid Mecidi
Oyuncular: Amir Naji, Mir Farrokh Hashemian, Bahareh
Seddiqi, Nafi seh Jafar Mohammadi
Yapım: İran

Montreal Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alan ve 71. Oscar Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film Adayı” seçilen Cennetin Çocukları, oldukça sade bir hikaye anlatıyor izleyicisine.

Sinemanın yapım tekniklerindeki gelişmelerin yaygınlaşması, onu Amerika ve Avrupa ülkelerine özgü bir eğlence ve manipülasyon aracı olmaktan çıkardı. 1950’li yıllarda Hollywood’a karşı tek alternatif olarak Avrupa’da varolan bağımsız sinema akımlarına ek olarak bugün artık bir Hint Sinemasından (Bollywood), Japon Sinemasından ve hatta İran Sinemasından söz edebiliyoruz. Farklı kültürlerin birikimleriyle oluşan bu ülkelerin filmleri ve yönetmenleri sayesinde sinemanın da artık geleneksel sanatlar kadar kapsayıcı bir etkiye sahip olduğu ortadadır.

Mecid Mecidi (d. 1959) İran Sinemasının önde gelen üslup sahibi yönetmenlerinden biri. Bu anlamda Mecidi’nin, tüm üslupçuluğuna karşın hikaye anlatan bir yönetmen olduğunu da belirtmeliyiz. Film, hikaye olarak bir çift eski ayakkabının kayboluşu ve sonrasında gelişen duygusal atmosfer üstüne kurulmuş. İlkokul öğrencisi iki küçük kardeş üstünden aktarılan büyük bir hikayeye tanık oluruz film boyunca. Maddi sıkıntılar yaşayan bir ailenin mensubu olarak iki kardeşin, bir çift ayakkabının kaybolmasıyla birlikte doğan sıkıntıyı üstün bir ahlâk ile çözmeye çalışmaları, ebeveynlerine ve çevrelerine yansıtmadan üstesinden gelmeye gayret göstermelerine şahit oluruz. Film, daha ilk karelerinden başlayarak toplamda sunacağı atmosferi izleyiciye hissettiriyor: Kerpiç evlerin arasından ilerleyen dar toprak yollar, bu yollardaki su arıkları, giysileri yıpranmış, yamalı bir çocuk, yani Ali…

Ali, kardeşi Zehra’nın tamirdeki ayakkabılarını alır ve gelirken bir bakkala uğrar ve ayakkabıları burada kaybeder. Yeni bir ayakkabı alacak durumu olmayan babasını sıkıntıya sokmamak için de Zehra’dan bunu gizlemesini ister ve okula giderken kendi ayakkabılarını ona vereceğini söyler. Biri sabahçı öbürü öğlenci olan iki kardeş farklı zamanlarda okula gittiklerinden ayakkabıyı değiş tokuş ederek kullanırlar. Bu durum onlar için oldukça zor olur, ayakkabıyı birbirlerine yetiştirebilmek için her gün kan ter içinde koşarlar. Çünkü birinin çıkış vakti aynı zamanda öbürünün derse giriş vaktidir. Öğlenci olan Ali okula zamanında yetişemediği için okul yöneticisinden uyarı alır. Zehra ise yaşıtları güzel ayakkabılar giyerken abisinin birkaç numara büyük, kirli ve yırtık ayakkabılarını giymenin burukluğunu yaşar. Fakat tüm bunlara rağmen abisini şikâyet ederek babasını zora sokmaktan ve huzursuzluk çıkarmaktan geri durur. Bu duruma sebep olduğu için vicdan azabı çeken Ali, okullararası düzenlenen koşu yarışmasında ödül olarak üçüncüye ayakkabı verileceğini öğrenir ve kardeşi Zehra için yarışmaya kayıt yaptırır. Hedefiyse birinci olmak değil, üçüncü olmak ve kazanacağı yeni ayakkabıları Zehra’ya hediye etmektir. Oysa kader adlı büyük senaryoda başka türlü yazılmıştır onun hikayesi. Görüldüğü gibi filmin hikayesi oldukça sade. Fakat bu sade hikaye içinde vurgulanan insani değerlerin görkemi, en yüksek bütçeli ve şaşaalı yapımların yavan tadı yanında destansı bir hale sahip. Bunda da yönetmenin tercih ettiği sinema dilinin katkısı büyük. “Fıtratın dili” ile film yaptığını söyleyen Mecidi, bu dili de çocukluğun engin saflığında bulur. Bu yüzden hemen hemen tüm filmlerinde çocuklar merkezdedir ve büyüklerin yabancılaşmış, aşınmış ve çıkarcı dünyasının dışındadır bu çocuklar. Filmde ibretlik birçok kare var. Bunlardan sadece birkaçına değineceğiz. Örneğin Zehra, kaybolan ayakkabılarını -benzerini değil, bizzat tamire giden ama abisinin kaybettiği- okulda başka kızın ayağında gördüğünde bir süre arkasından gider. Fakat evlerine vardığında kızın kör olan babasını görür ve hiçbir şey söylemeden geri döner. Onların trajedisinin yanında kendi ayakkabısının ne kadar önemsiz bir detay olduğunu ayırt eder küçük kız. Ya da Ali’nin, Zehra’nın ayakkabılarını kaybettikten sonra caminin kapısındaki ayakkabıları dizerkenki halindeki olgunluk. Ya da kanaatkar babanın, sofrada camiden gelen şekerleri kırarkan, kızının verdiği çaya ayrıca şeker istemesi ve önündeki yığından bir tek parçayı dahi çayına katmaktan edep etmesi…

Mecidi, kendisiyle İstanbul’da yapılan bir röportajda, gerçekleştirmek istediği en büyük hedefin “Kuran’ın diline ulaşmak ve bunu sanatın, sinemanın diline aktarmak” olduğunu “çünkü Kuran dilinin şiirsel bir boyutu olduğuna” inandığını vurguluyor.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir