Türk mahallelerinin birer centilmenlik anıtı olan sadaka taşları, gerçek fakir ve muhtaçların hâlet-i ruhiyelerine verilen değer ve gösterilen engin anlayışı ifade ediyordu. İffet ve hayasından dolayı fakirliğini gizleyenler; onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını başkalarına söylemekten hicap duyanlar için, ince ve farklı bir yardım metoduydu. Böylece “Alan el” hicaptan, “Veren el” de riyadan korunuyordu. Çünkü, o zamanlar bilinirdi ki, “insan”,“Eşref-i Mahlûkat” ve “Âlem-i Kübrâ”dır.
İstanbul’un eski semtlerinden Üsküdar’da, Kaymakamlıktan aşağı Doğancılar Caddesi boyunca yürürseniz, eski evlendirme dairesinin yol ayrımına geldiğinizde, kaldırımın sağ yanında yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve otuz santim kadar çapında ortası çukur, pembe bir sütun parçası görürsünüz. Rivayete göre bu sütun, artık İstanbul’da sayıları çok azalmış olan sadaka taşlarından biridir. Taşın 16. yüzyıldan Kanuni Sultan Süleyman’ın padişah, Rüstem Paşa’nın sadrazam olduğu devirden kaldığı sanılmaktadır. ‘Osmanlı’nın toplumsal dinamiklerinden biriydi sadaka taşları. Öylesine narin düşünülmüş bir yardım vasıtası idi ki, o taşa uzatılan bir elin oraya yardım koymak için mi yoksa yardım almak için mi girdiğini bilemezdiniz. Bilemediğimiz nice nice hayırlı fazilet kandillerimiz gibi, sadaka taşları da unutulan, geçmişin muazzam levhalarıdır. Bu nurlu levhalar, İstanbul’dan Üsküdar’a, Antep’ten Sivas’a kadar Anadolu’nun bağrına yayılmıştır.’
“Sadaka Taşları’’ farklı b o y l a r d a olmakla beraber genellikle beyaz renkli taştan silindir ve dört köşe şeklinde, bir kısmı ise havuz, kovuk ve yatay, bazen de oyuklar şeklinde olurdu. Gelenler elini sokar bırakır, alanlar elini sokar alırdı. Silindir ve dört köşe taşlar toprağa dikine gömülürdü, 60-90-140 ve 2 metre boylarında olanları vardı. Tepeleri dikdörtgen veya taşına göre yuvarlak, 10-15 cm. derinliğinde oyuktu. Yardımlar bu oyuğa konulurdu. Sadaka veren ve alanlar kollarını uzatarak sadaka taşındaki oyuğa ulaşırlar böylece kimin sadaka verdiği, kimin sadaka aldığı belli olmaz, genellikle akşam saatleri tercih edilirdi. 17. yüzyılda İstanbul’a gelmiş olan bir Fransız seyyah bu taşlardan birinin başında bir hafta beklemesine rağmen bırakılan yardımları almak için kimsenin uğramadığını yazmıştır.
Çok azı günümüze ulaşabildiği için sayıları hakkında kesin rakam vermek mümkün olmayan “Sadaka Taşları”nı, üç beş semtin birleştiği bir köşede ( Üsküdar İmrahor’daki örnekte olduğu gibi); fakir, muhtaç, hasta insanların barındığı yapıların önünde (Üsküdar Miskinler Tekkesi’ndeki gibi); yardım, adak niyetiyle gidilen bazı tekke, dergâh, zâviye, mezarlık, türbe, sınanmış yerlerin yakın çevresinde (Konya’daki Gevraki Hoca Türbesi’nin de bulunduğu Yağlıtaş Mezarlığı köşesindeki gibi); yardımda bulunurken hastalığa bulaşma tehlikesine karşın bulaşıcı hastalığa duçar olanların bulundukları yerlerde (Miskinler Tekkesi’ndeki gibi); mescit, cami gibi mabetlerin yakın çevresinde (Konya Sarıyakup Camii’nin harem kapısı önündeki gibi) konumlandırılmışlardır.
O zamanlar fakir ve muhtaçlar, taşta birikenlerden sadece ihtiyacı olan şeyleri ve muhtaç olduğu miktar kadarını alarak, diğerlerini başkalarına bırakmaya özen gösterirlerdi. Bu kanaat, bu diğer-gamlık, bu ince düşüncede, her türlü takdire layıktır. Olanca güzelliklerine ve zarafetine rağmen değişen şartlar sebebiyle giderek ihmâl edilen, zamanla unutulup mukadderatına terkedilen bu fazilet abideleri konusunda bu güne kadar geniş çaplı bir araştırma yapılmamıştır. Sadece İstanbul’daki bir-iki örneğine ressam ve hattat Murtaza Elker ve Mehmet Türkmenoğlu, şifahî sohbetlerinde temas etmişlerdir. Merhum Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, onlardan dinlediklerine, yaptığı araştırmalar sonunda kendisi de yeni birkaç örnek ekleyerek bilgi ve bulgularını makaleleştirmiştir. (Bkz., “Sadaka Taşları”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: II, (Aralık 1967, s. 12-14).
Bu taşların günümüzdeki durumunu tahmin etmek zor değil. Bir kısmı, bir kenarda unutulmuşlar, bir kısmı da, değişen dünya şartları ve sosyo-kültürel hayat sebebiyle kullanılmaz hale gelmişlerdir. Sadece yaşlıların zor hatırladıkları yorgun hatıraları arasında kalmışlardır. Çoğu, uzun yıllar içerisinde kullanılmaya kullanılmaya özelliklerini kaybetmişlerdir. Bu arada yanlış belediye faaliyetleri, istimlakler, yol, meydan, kaldırım çalışmaları sırasında ya bir kenara yatırılıp veya ters yüz edilip itilmişler veyahut da tamamıyla yok olup gitmişlerdir. Kullanılmadıkları için neye yaradıkları bilinmediğinden kıymeti ve görevi idrak edilemeyen bu fazilet âbidesi taşlarımızdan hiç olmazsa mevcut olanlarının koruma altına alınması; adının ve görevinin bir etiketle belirtilmesi; öğrencilere tanıtılmaları; rehberlerce turistlere gösterilmeleri gerçekten takdire şâyan bir hizmet olacaktır.
Her birisi milletimizin birer samimiyet anıtı olan bu taşları, aynı zamanda kültür ve medeniyet tarihindeki kilometre taşları olarak kabul etmek gerekir. ‘İnce kapkaç becerilerinin arttığı, her gün yeni bir hırsızlık kurnazlığının, hokkabazlığının ve hilesinin ortaya çıktığı, şirketlerin, bankaların, devlet kasasının hortumlandığı bir devirde; reklamı olmayacaksa kuruş dahi verilmeyen bir devirde kolayca ulaşılacak bir yere para konması ve oradan da sadece muhtaç olanın ihtiyacı kadarını alması, kolay anlaşılacak bir şey değil…
Sadaka taşını, “Bir elin verdiğini öbürü bilmemeli” emri ve bu minval üzere olanlar yonttu ve dikti… Fakat, maalesef, sadaka taşını icat eden ve yüzyıllarca kullanan bir millet ona bugün, uzaydan gelmiş bir madde kadar yabancı. Kimse bilmediği gibi, ben dedemden dinledim, bu taş şu işe yarıyormuş gibi bir duyumu olan bile neredeyse yok…
Sadaka taşlarının hizmeti bitmiş değil… Bugün yeni bir vazife daha yapıyor… Dün merhametin, şefkatin, inceliğin, zarafetin timsali idi, bugün de, cemiyetin dünle bugününü anlamada mihenk taşı… Bugünkü “kamusal alanda” maruz kalınan tehlikeleri daha iyi anlama imkânı veriyor. Gül gibi huzurlu bir hayat mümkünken, sokaklarda ürkek bir tavşan olmaya mahkûm edildiğimizi öğreten, dünle bugünü itirazı mümkün olmayan netlikte “somut” olarak gösteren bir mihenk taşı…’