Bir zamanlar Makedonya

makedonya

Makedonya’nın mimari atmosferi, oradaki eski Türk yapıları, Osmanlı’nın silinmeyen izleri ve çok daha fazlası aşağıdaki satırlarda sizleri bekliyor.

Üsküp’ün Türkiye taşrasına fazlasıyla benzeyen, az gelişmişlik görüntüleri çizen, tozlu, trafikli, egzoz kokulu caddelerinden birindeki otelimize yerleşiyoruz. Aşinalık fazlasıyla olduğu için hiç yabancılık çekmedik. Her şey aynen Türkiye’deki gibi… Balkan ülkeleri arasında Türkiye’ye en çok benzeyen Makedonya diyebiliriz. Başkent Üsküp de sanki Anadolu’nun adeta bir parçası gibi. Bu hoş aşinalığı yadsımak da zaten abes olurdu çünkü Osmanlı’dan ayrılalı henüz bir asır geçti. Sanki günler daha bir hızlı devriliyor bu dağlık ülkede Hava kararmadan otelden çıkıp, Üsküp’ün Türk mahallesinden ve tarihi çarşısından geçip Vardar Nehri’ne doğru ilerlemeye koyulduk. Makedonya’nın mimari atmosferini inceleyecek, eski Türk yapılarının envanterini çıkaracak bir mimar-akademisyen grubuyla yola çıkmış olmanın getirdiği yükümlülükler de üzerimizdeydi. Mesleki sorumluluklardan mütevellit görevler var! Bir an önce sahaya inip, gezmeye, görmeye başlamak istiyorduk. Mars’a inen insansız uzay araçlarının ruhuna ve görev bilinciyle görülen her şeyi bir sosyolog edasıyla hafızaya kaydedip; bir makine gibi çalışmalıydık.

Güneş yüce dağların ardından devrilirken ve tauzaklardaki bir tepenin üzerine yerleştirilmiş çarmıhtaki İsa heykelinin gölgelenmiş silueti tüm Üsküp’e selam ederken yavaş yavaş tarihi Türk çarşısından içeri girdik. Zaman tünelinden geçip 19. yüzyıla gelmiş gibiydik. Ahşap cepheli sıra sıra dükkânların vitrinlerinde geleneksel el sanatları, arkaik ürünler ve Tahtakale’yi anımsatan bin bir ilginç nesne… Pek çoğu yeni evlenecek çiftlere hizmet vermek üzere donanmış küçük küçük gelinlikçiler, mefruşatçılar, şekerciler ve kuyumcular… Kapalıçarşı ruhu Üsküp’te berdevam… Gelinlikçilerin vitrinlerinden yansıyan kumaşlar Türkiye’de sıklıkla kullanılan türden değil. Daha ziyade cafcaflı Arabik renkler, allı pullu kumaşlar ve aksesuarlar var tüm vitrinlerde. Bunları kim alıyor diye merak ediyoruz. Soruyoruz yanımızdaki bir dükkân sahibine. Daha çok Arnavutlar alıyorlarmış. O arada sohbetle karışık Makedonya’nın nüfus profilini öğreniyoruz. İki milyon nüfuslu ülkenin yaklaşık bir milyon iki yüz bini Makedon. 600 bin kadar da Arnavut yaşıyor ülkede. 150 bin civarında da Türk kalmış Osmanlı’dan yadigâr. Arnavutlar çok hareketli ve coşkulu… Her birinin düğünleri bir olay; bir “ekşın!”. Makedonların ve Sırpların mikro milliyetçi tavırlarına karşı Arnavutlar boş durmamışlar; iki misli milliyetçilik geliştirmişler. Düğünlere giderken bile kırmızı siyah UÇK bayrağı taşıyorlar.

Mikro milliyetçi bir mimarlık lunaparkı: Üsküp

Tarihin derinliklerinde kaybolmaya yüz tutmuş bir tür mimariyi ve çarşı geleneğini yansıtan arkaik dükkânlar arasından, beyhude de olsa zamana direnilebildiğini kanıtlayan yaşam tarzlarını izleye izleye; Makedonya’da kalmış son Türklerin geleneklerini yaşatmak için çırpınan tutumları karşısında karmaşık duygusallıklar yaşayarak ilerliyoruz. Bakır işlemeler satan dükkânlar, Türk mallarıyla donatılmış vitrinler, Laleli zevkini yansıtan mefruşat, hediyelik eşya dükkânları ve onların kapılarında oturan, çay içen, tavla oynayan, kırçıl sakallı, mütedeyyin görünümlü esnafların önlerinden geçerek Vardar Nehri’ne doğru yürüdük. Bir an kendimi İvo Andriç’in Drina Köprüsü’de, nehrin kenarına

kurulup eski zaman sohbetleri yapan, artık ekalliyete düşmüş, güngörmüş ve efkârlı Osmanlı beyleri gibi hissediyordum.

Kentte akşam telaşı başlamış. İnsancıklar işlerinden çıkmış; evlerine dönmek üzere yollarda. Bir ucu bir tepenin ardına düşmek üzere ufka temas etmiş bile. Biz de tarihi Türk çarşısından aşağı doğru ilerleyerek genişçe bir meydana ulaştık. Öncelikle sağa sola kurulmuş turistik eşya satıcılarının tezgâhlarını gözden geçirmeye koyulduk. Fakat ansızın fark ettiğimiz dev bir gölge bütün dikkatimizi celbetti:

“Aman Tanrım! O da ne?!” diye minik bir çığlık attım kendimce.

Devasa bir heykel oturmuş meydanın ortasına ki benzerini koca Balkan coğrafyasında hiçbir yerde görmek kabil değil!

Nedir bu “kazulet” diyerekten tunç yontuya doğru yürüdüğümüzde çevresindeki fıskiyelerin oyun bazlıkları devreye girdi. Sular bir fışkırıyor, bir sünüyor, renk renk ışıklar araya girip önce yanıyor sonra sönüyor ve ardından kayboluyordu. Üsküp’ün tarihi Türk mahallesinden çıktığımız anda antik kahramanların yontulara dönüşüp bir teknoloji animasyonu haline bürünüp meydana damgasını vurduğu bir şaşırtıcı platoya düşmüştük. Büyük İskender’in dev bronz yontusu sanki sadece meydana değil; hayata, dünyaya, âdemiyete, tüm diğer ülkelere ve yeryüzündeki her şeye “meydan okuyor”! Bir elini kaldırmış yukarı, diğer eli belindeki kılıcında duruyordu. Kaidenin alt katında kurmay heyetinden şahsiyetler yer alıyordu. En alt katında ise aslanlar ve savaşçılar… Fışkıran ve sönen sular arasında… Ancak bir Hollywood prodüksiyonunda görülebilecek sahneler gerçek hayatın replikası gibi tunca, taşa dökülmüş. Görkemli ve fakat geçerliliği ve olağanlığı çok kuşkulu bir abide yükselmiş meydanın ortasında.

Tüm ilgimiz bu devasa yontuya yönelmiş ve artarda bastığımız deklanşör seslerimiz ortamı domine etmişken yanı başımızdaki Makedonyalı genç mimar arkadaşımız biraz utangaç bir halle; biraz mahcup; biraz da çekingen; fısıldarcasına konuşuyordu:

“Bunu o kadar da abartmayın! Köprüyü geçtiğimizde çok daha büyüğünü göreceksiniz!”

“Bunun daha da büyüğü mü var bu şehirde?” dedim.

“Büyük İskender’in temellerini attığı ve yücelttiği coğrafya Osmanlı zamanında da altın çağını yaşadı.”

Evet!” dedi mahcup mimar kadın; “Hem de hemen yüz metre ötede; nehrin diğer tarafında. Köprüyü geçince” Hızla köprüye yöneldik. Hava kararmadan diğer yontuyu da görelim istiyorduk. Yan yana birkaç köprü vardı. Osmanlı’dan kalan nazlı, nazende, nahif, taştan, kemerli tarihi köprüden geçmeyi tercih ettik. Diğerleri onun birer replikasıydı zaten. Köprünün üzerine çıktığımız anda nehrin iki yakasını da eşzamanlı olarak görebiliyorduk. İnanılmaz bir tablo vardı ortada. Hayretler içeren bir yürüyüşle her iki yakaya şaşmış bir halde baka baka Makedonların imitasyon(!) “Pont Neuf”unu görüyorduk. Nehrin iki yanında ancak ve ancak Fransa gibi bir süper gücün başkentinde olabilecek bir görüntü vardı. Köprüler itina ve gayret ile Paris’teki Pont Neuf’a benzetilmişti. Olur olmaz her tarafına arkaik görünümü verilmiş yontular yerleştirilmişti. Vardar Nehri, Seine varsayılmış. Nehrin kıyıcığına öyle bir parlamento binası yapılmış ki Londra’daki Thames kıyısındaki Parlamento binasından geri kalır yanı yok. Diğer devlet daireleri de Vardar Nehri boyuna dizilmişti. Lakin tüm bu azametli mimari estelasyonda gerçek olan bir tek yapı vardı: Osmanlı’dan kalan, Vardar Nehri’ni zarifçe geçen o nazlı, nazende köprü…

En kestirmeden nasıl giderim?

İstanbul’dan Üsküp’e aktarmasız uçuşlarla Türk Hava Yolları ya da Pegasus Airlines ile ulaşmak mümkün. Üstelik her gün karşılıklı uçuşlar da mevcut. Hava yerine kara yolunu tercih edenler ise İstanbul Seyahat ve Metro Turizm ile gün içinde belirlenen periyodik vakitlerde yola çıkabilirler. Ayrıca tren yolculuğunu sevenler Sirkeci’den periyodik olarak kalkan Balkan Ekspresi’ni kullanabilirler. Üsküp’e yolculuk uçakla bir buçuk saat, otobüsle 11buçuk saat, trenle ise 20 saat sürüyor.

İmitasyon “parisienne” köprüler boyunca aslanlı yontular, tunçtan dökme muhafızlar, filozof yontuları, antik-arkaik kandiller; eski tip sokak lambaları yerleştirilmişti. Olağanüstü bir aydınlatma, ortamı ışıl ışıl yapmakta… Çok da büyük olmayan, sonbahar dolayısıyla debisi iyice düşmüş, suyu azalmış nehre vuran ışıklar bir azamet görüntüsü yaratmakta cılız kalsa da yine de bir imge oluşturabiliyordu. Köprüyü geçince varılan meydanda muazzam büyüklükte bir Büyük İskender yontusu vardı ki akıllara seza. Bu kez at üstünde şaha kalkmış hazret. Altında dünyayı fetheden Makedon savaşçıların tunçtan yontuları çepeçevre duruyordu… Işıklandırma ve fıskiye düzeni bir önceki yontudan daha da görkemliydi… An be an renk değiştiriyordu. Mavi, yeşil, sarı, kırmızı oluyor ve gecenin rengini de kendiyle birlikte dönüştürüyordu. Meydanın her bir köşesine antik çağ düşünürlerinin, şair ve generallerinin yontuları oturtulmuştu. Ve Paris Champs- Elysee’deki Etoile, yani zafer takının bile bir imitasyonu ihmal edilmemiş, meydana yerleştirilmişti. İnanılmaz bir haşmet ve azamet. Gören sanır ki; üzerinde güneş batmayan imparatorluk; emperyal majestelerinin başkentindeydik. Günümüz dünyasının başat gücü ABD’nin başkenti Washington’da bile böylesi bir iddia, böyle bir “meydan okuma” görebilmek kabil değildi.

“Doğu ve Batı’nın sentezini görebildiğimiz Üsküp’te doğanında şehirle bütünleştiğini görebiliriz.”

Tekrar tarihi Türk çarşısına dönüyoruz. Çünkü sadece orada doğal ve organik yaşam alâmetleri görebiliyorduk. Kuru fasulye ve köfte yenen otantik Osmanlı lokantasında duralıyor, asırlık çınarların altında ayran eşliğinde yemeğimizi yiyorduk. Eski zaman Osmanlı müzikleri dinliyorduk. Türk malı satan esnaflara daha bir sevgi ile bakıyorduk. Eskiyi yaşayan herkese ve her şeye daha özenli, daha narin yaklaşmaya başladık. Herkesle Türkçe konuşuyorduk. Anlamazlarsa da Türkçe konuşmaya devam ediyorduk. Tıpkı bir Amerikalının İngilizce konuşulmayan bir yerde İngilizce konuşmaya devam etmesi gibi… Çünkü ona göre konuşulan kişi bilmelidir; bilmek zorundadır; zaten çoğunluk da ama az ama çok bu dili biliyor. İşte o duygularla dopdolu biz de artık her yerde ve herkesle Türkçe konuşuyorduk. Biz durduk yerde Makedonya’da bunca yılın ardından Osmanlı, Türk ve halis Müslüman oluyoruz. Aidiyetimize hızlı bir dönüş yapıyoruz. Gür sesli hocaların okuduğu ezan seslerini özlüyoruz. Ama burada ezanın sesi bile kısıktı. İstanbul’da olsa aklımıza bile getirmeyeceğimiz bu ayrıntıdan dolayı hüzün duyuyorduk.

Tarihte Makedonya izleri

Makedonlar ile Yunanların aynı kökten geldiği tarihi bir tez olarak kabul ediliyor. “Makedonya” aslında bir bölgenin adı olarak kullanılıyordu. Makedonya’da ilk hükümdarlık MÖ 725’te Perdikas’a aitti. Perdikas Makedonya Krallığı’nın da temelini attı. Krallığın ömrü Pers işgaline kadar sürecekti fakat Büyük İskender’in babası II. Filip’in egemenliği ile krallık yeniden kendine geldi ve dünya tarihine damga vuran Büyük İskender ile yükselişe geçti. İskender’in ardından MÖ 168 yılında Roma egemenliğine giren Makedonya 9. yüzyılda Slav istilasına uğradı. 1014 yılında Bizans egemenliğine giren coğrafyaya 1324’te Osmanlı akıncıları sızmaya başladı. 1364 Kosova Muharebesi ardından ise tüm Balkanlar 1913 yılına kadar Osmanlı egemenliğinde kaldı. 2. Dünya Savaşı’na kadar Yunanistan topraklarına dahil olan Makedonya savaşın ardından Bulgaristan ve Yugoslavya arasında paylaşıldı. Yugoslavya’nın 1991 yılında dağılmasıyla Makedonya bağımsızlığına emin adımlarla yürüdü.

Günümüz dünyasının başat gücü ABD’nin başkenti Washington’da bile böylesi bir iddia, böyle bir “meydan okuma” görebilmek kabil değildi.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir