Bosna bir köprüdür, üzerinden aktığı zaman ırmağının günümüze bıraktığı hatıralarla dolu armağanıdır. Ne olmuşsa onunla olmuştur, ne olmuşsa onunla olacaktır.
Bosna kelimesi, Sava nehrine dökülen Bosna suyundan gelmektedir. Hersek ise ortaçağ sonlarında burada kurulan Hercegovina Dukalığı’ndan adını almıştır. Bosna iklim olarak Karadenize benzer, şehir görüntüsü olarak neredeyse eski/bozulmamış/ ari Bursa’yı, handiyse İstanbul’u anımsatır. İçinde betonlaşmamış İzmir’den, hatta günümüz Safranbolu’sundan izler taşır. Başçarşıda dolaşırken yirmi otuz yıl önceki mahalle terzilerinin tıpkısının aynısı bir küçük terzi dükkanı görürsünüz. Pencereden içeri baktığınızda içerde orta yaşlı bir kadın iş yerinin kapısını aralayarak, ‘Buyurmaz mısınız?’ der. Daha sonra öğrenirsiniz ki bu narin, ince ruhlu insan; İzmir’de doğmuş bir anne ve Saraybosna’da büyümüş bir babanın evlerinin goncası, biricik kızlarıymış. Bize duvara asılı Osmanlı kalpaklı bir askerle hemen yanında beyazlar içinde bir kadın fotoğrafını göstererek; ‘İşte bunlar annem ve babam’ deyiverdiğinde, biz zihnimizde zaten pek büyük bulmadığımız dünyanın daha ne kadar küçülebileceğini, nasıl uzakların yakın olabileceğini düşünmeye başlarız.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden tam on yıl sonra zaten Batıya dönük olan yüzünü Bosna’ya çevirmesi, bu coğrafyayı bizzat kendisinin komutasında bir orduyla neredeyse savaşsız fethetmesi, başta Bosna için, genel anlamda da Balkan coğrafyası için fethin uzun soluklu bir sürecinin olması sonucunu doğurdu. Osmanlı kültürü özellikle şehirli karakteri ağır basan bir niteliğe sahipti. Bunun neticesinde Osmanlılar, Bosna-Hersek’te bir çok yeni şehirler kurmuşlar ve fethettikleri diğer şehirleri de imar etmişlerdi. Kurulan bu yeni şehirler klasik Osmanlı şehircilik anlayışı ile çarşı ve mahallelere bölünerek gelişmiştir. Köprüler bu imar çalışmasının en sembolik ve derinlikli anlamını taşımaktadır (halihazırda da).
Bosna’da köprüler çoktur, dolayısıyla nehirlerde; ya da Bosna’da nehirler çoktur, dolayısıyla köprüler de. O kadar çoktur ki az bi’ şey tarih kitabı karıştıran, olmadı ilk mektebi bitirme becerisinde bulunan herkes Bosna’daki en az bir köprü hakkında bilgi sahibi olabilir. Mezkur, malum, bildik köprülerin başında elbette Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Franz Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü köprü gelir. İki kişinin ölümüyle sonuçlanan bu küçük hareket büyüyerek içine tüm dünyayı almış, yüzyılların birikimi imparatorlukları, milyonlarca insanı yutan Birinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştır.
Köprüler yapılana kadar ayrı olanlar, köprüler kurulduktan sonra ‘bir’ olmayı becerebilmiştir çoğu zaman. Araya fasılalarla, köprü yıkmaklar, karşıdakini yok saymaklar girse de Bosna birleşmelerin, gitmek ama nihayetinde gelmeklerin de ülkesidir. O yüzden değil midir ki Boşnak sözlüğünde gitmek üzerine kırk küsür kelime bulunmaktadır. Gitmek, karışmak,barışmak.. Yani hareketin, coşkunun, köprüler kurmanın ülkesi. Bosna taştan, demirden inşa edilen köprülerle beraber kültürler arasında da köprü olarak varlığını sürdürmektedir. Bosna doğunun batıyla, batının doğuyla yüzleştiği bir ırmak kenarıdır. Bütün sorun bu ırmağı atlamak, üzerinden geçmek için küçük bir gayret göstermektedir. Tam da bu noktada Osmanlı çoğu zaman tek taraflı bir kararlılıkla bu ırmakları aşmanın gayreti içinde bulunmuş, köprüler yapmış, biriktirdiklerini oraya, ordan aldıkları yeni düşünceleri de buraya taşımıştır. Drina köprüsü bu açıdan anlamlı bir örnektir. Kanuni Sultan Süleyman’ın kendisi de Boşnak asıllı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa; memleketi olan Sokol başta olmak üzere tüm Batı dünyasını, zamanının merkezi ve Doğu’nun kapısı olan İstanbul’a bağlamak maksadıyla Drina nehri kenarında yer alan Vişegrad’a 1577 yılında kendi adıyla anılan bir köprü yaptırdı. Zamanla üzerinden aktığı nehrin ismini alan Drina köprüsü; kesme taş bloklardan yapılmış, eni 7 metre, boyu 180 metreyi bulan etkileyici bir mimari başyapıt olarak hizmet verdi. Altından geçen ırmağı tam on yerinden bölen gözleri ve çoktan yıkılıp tarih olmuş şehir tarafında yer alan taş hanıyla, yüzyıllarca klasik doğu mimarisinin çizgilerini yansıttı. Hakkında şarkılar söylenen, Kapiya isimli girişinde yüzyıllarca aşıkların dolaştığı, yaşlı insanların bir sonsuzluğa bakar gibi korunaklarından nehre baktıkları köprü nihayetinde İvo Andriç isimli Bosna Hersek’li ünlü yazarın romanında kahramanlaşarak anlatıcısının da 1961 yılı Nobel Edebiyat ödülünü kazanmasına vesile oldu. Yapıldığı günden beri farklı din ve mezheplerden halkın ‘iyiliksever bir Boşnak vezirin iyilikle dolu hatırası’ diye anıldı.
Bosna, A. Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir isimli unutulmaz eserinin önsözünde anlattığı, İstanbul’dan uzakta bir İstanbullu yaşlı kadının İstanbul’u dereleri/su kenarlarını anarak ya da Evliya Çelebi’nin nehirler içinde yüzen Bursa’yı ‘Velhasıl Bursa su’dan ibarettir’ cümlesiyle hatırlaması gibi hatırlanmalıdır hep. Una, Sana, Drina, Sava, Neretva… Bir şiirin satırları gibi okunacak kelimelerdir. Hele Neretva nehri. Üzerine bir yüzüğün kaşı gibi kondurulan (yani en özel, en değerli, en güzel yeri) Mostar köprüsüyle anılmaya değer. Drina köprüsünden yirmi yıl önce yapılmaya başlanan ve tam on yıl önce yapımı bitirilen köprü Mimar Hayreddin’in insanı büyüleyen, mimarının adıyla hayrette bırakan bir inşa harikasıdır. Dünyanın en büyük tek gözlü taş köprülerindendir. Köprünün kemer taşı suyun en düşük olduğu zamanda ırmak düzeyinden 19,50 metre yüksekte kalır. İki ayağının bulunduğu yerde taş kuleler bulunmaktadır. Köprü şehrin kilit noktasında her iki yakayı birleştiren yerinde dolayısıyla hayatın tam içinde / ortasında yer alır. Öyle ki zamanla kentin genç erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini kanıtlamak için düğün öncesinde köprüden Neretva Nehrine atlar hale gelir. Bu gövde / güç gösterisi özgürlüğü, cesareti, Bosnalı olmayı da temsil eder hale gelir. Köprü; yapıldığı günden bu yana başından geçen olaylarla milli bir kahraman, Mostar şehrinin ve neredeyse Bosna Hersek’in sembolü, adeta logosu haline gelmiştir. 1992-95 yılları arasında Sırp ve Hırvatların Boşnak kimliği üzerine yüzyılımıza asla yakışmayan saldırıları sırasında Mostar köprüsü de sembol olmanın bedelini ödemiş ve 1994 yılının Kasım ayında Sırp topçularının (görüntülerini de kaydedip dünyaya izleterek) bombalamasıyla köprü yıkılmış, taşları yüzyıllarca üzerinden aktığı Neretva nehrine birer gözyaşı gibi damlamıştır. Bombalanan taştan bir köprü değil; çok uluslu bir mirasın, insani birlikteliğin, birlikte yaşamanın bağı olmuştur.
Savaştan sonra, sular biraz durulunca Sırp-Hırvat ve Boşnaklar yine aynı topraklarda yaşamaya, yine aralarında köprüler kurmaya başladı. Saraybosna konservatuarında, içinde Sırp ve Hırvat çocukların, Boşnak gençlerinin bulunduğu Fatih Sultan Mehmed Korosu Bosna dilinde ve dillerinin döndüğü her dilde şarkılar söylemeye başladılar. Müziğin evrensel diliyle dünyaya yeniden huzurun, sükunun, barışın ritmini, sıcaklığını anlattılar. Tıpkı UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilerek taşları Neretva nehrinden tek tek toplanarak, ilk yapıcısı Mimar Hayreddin’in mirasına sadık kalınarak bir Türk firması tarafından yeniden yapılan Mostar köprüsü gibi.
Fatih Sultan Mehmed Korosu ve Mostar köprüsü, binyallarca insanlar arasında oluşan uçurumları, aralara dolan ırmakları aşmaya dair iyi bir ipucu, güzel bir mesajdır. Irmağı atlamak için küçük bir gayrettir.