İslâm düşüncesinin nevi şahsına münhasır isimlerinden biri olan İbn Haldun (1332-1406), İslâm devletinin siyasi anlamda çöküş sürecine girdiği bir dönemde yaşamıştır. Bu nedenle olsa gerek, etkili bir devlet görevlisi iken mesleğini terk edip, tarih ve toplum üzerine incelemelerini derinleştirdi ve kendisinden sonra İslâm düşüncesinin seyrini değiştiren Mukaddime isimli eserini yazdı. Amacı, bir toplumun gerilemesine neden olan etkenleri tespit edip sonraki nesillere yol göstermekti. Hiç kuşkusuz günümüzde onun yaklaşımlarına derinden ihtiyaç duyulmaktadır. Bu vesileyle İbn Haldun’u ve günümüze söyleyebileceklerini, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Tahsin Görgün ile konuştuk.
İbn Haldun pek çok bakımdan İslâm düşüncesinin özgün temsilcilerinden biri sayılmaktadır. Öncelik-le İbn Haldun’un hangi anlamda ‘nevi şahsına münhasır’ bir düşünür olduğu üzerinde durmak istiyorum. İki sorum olacak bununla ilgili… Birincisi şu: İbn Haldun’un kendine özgü olması onun herhangi bir geleneğe bağlı olmadığı anlamına mı gelmektedir? Daha geniş bir ifadeyle, İbn Haldun İslâm düşüncesinin neresinde durmaktadır?
İbn Haldun’un özgünlüğü, kendi ifadesi ile bir ilmi ilk defa keşfetmesidir. Bir ilim keşfetmek ve onu tedvin etmek, o güne kadar bilinmeyen bir “mevzu” keşfetmek ve burada ortaya çıkan meseleleri, çözmek ve çözüm yollarının genel geçer olduğunu göstermek, yani bunu bir yönteme bağlı olarak gerçekleştirmektir. İbn Haldun tam da bunu gerçekleştirmiştir.
Kendi ifadesi ile o, yepyeni bir ilim vazetmiştir: Umran ilmi. Umran ilminin vazedilmesi, kısaca varlığın insanın varoluşu cihetinden kavranması neticesinde bir mevzu’un, tarihi-toplumsal varlık alanı, taayyün etmesi; bu mevzu’un mahiyetine uygun, insanların birlikte var olmasının halleri olarak ifade edilebilecek meselelerin/soruların ortaya çıkması ve nihayet bu meselelerin ehil olan herkes tarafından anlaşılabilir ve uygulanabilir bir yolla halledilmesini/cevaplandırılmasını ifade eder.
İbn Haldun bu faaliyeti yürütürken tek başına, öncesiz ve öncesiz, değildir; o, kendisinden önce Fahreddin Râzî tarafından geliştirilmiş olan metafiziği üstlenerek, insan ve insani etkinlik alanına tatbik etmiş ve adına kısaca “tahkik” yöntemi dediğimiz yöntemi, mevzu’un zati arazlarını dikkate alarak tadil etmiştir.
İbn Haldun, Fahreddin Râzî mektebi içinde varlığını ve anlamını kazanan bir düşünürdür.
Buradan hareketle ikinci sorum da şu: Pek çok farklı alanda etkili yaklaşımlar geliştirebilmiş olan bir mütefekkirin düşünce sitemini bütüncül bir şekilde ortaya koymak hangi anlamda mümkündür? Söz gelimi İbn Haldun günümüz akademisinin hangi alanlarında ele alınırsa daha iyi anlaşılabilir? Spesifik olarak bir disiplinin İbn Haldun’u sahiplenmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Cevabınız olumlu ise bu hangi disiplin olabilir?
İbn Haldun’un özgünlüğü, kendi ifadesi ile bir ilmi ilk defa keşfetmesidir. Bir ilim keşfetmek ve onu tedvin etmek, o güne kadar bilinmeyen bir “mevzu” keşfetmek ve burada ortaya çıkan meseleleri, çözmek ve çözüm yollarının genel geçer olduğunu göstermek, yani bunu bir yönteme bağlı olarak gerçekleştirmektir. İbn Haldun tam da bunu gerçekleştirmiştir.
Neredeyse her disiplin İbn Haldun’da kendisi ile ilgili bir cihet, kendi meseleleri üzerinden düşünürken istifade edebileceği bir bakış noktası bulabilir. Bunda şaşılacak bir taraf da yoktur: İbn Haldun en geniş anlamı ile manevi ilimlerin metafiziğini geliştirmeye yönelmiş; bu çerçevede esaslı bir şekilde bir “toplum metafiziği” ortaya koymuştur.
İbn Haldun’u herhangi bir disiplinin sahiplenmesi, onun eserleri dikkate alındığında, uygun olmaz. Mevcut disiplinlerin hiç birisi, İbn Haldun’un düşüncesi ve eserlerinin ilgi alanı ile birebir örtüşmez.
Ancak bu hiçbir disiplinin onunla ilgilenemeyeceği anlamına gel-mez; aksine neredeyse her disiplin İbn Haldun’da kendisi ile ilgili bir cihet, kendi meseleleri üzerinden düşünürken istifade edebileceği bir bakış noktası bulabilir. Bunda şaşılacak bir taraf da yoktur: İbn Haldun en geniş anlamı ile manevi ilimlerin metafiziğini geliştir-meye yönelmiş; bu çerçevede esaslı bir şekilde bir “toplum metafizi-ği” ortaya koymuştur. Bu toplum metafiziği tarihi-toplumsal varlık alanını, bir süreç olarak kavrama imkânını verirken, bunu değişmez ilkelerin tahakkuku olarak kavrar ve kavramlaştırır.
İbn Haldun, teferruatta birçok cihetten araştırma konusu olmuş ve olmaya devam edecektir. Ancak esas mesele günümüzde İbn Haldun’un yaptığı gibi bir bütün olarak tarihi-toplumsal varlık ala-nını ele alacak ve bunun üzerinden bütün manevi ilimleri kendi gerçeklik ve gerçekleşme formları içinde kavrayıp, geliştirecek adımları atmak noktasında ortaya çıkmaktadır. Mesele İbn Haldun’u tekrar etmek değil, bun kavrayıp, aşmak; onun ötesine geçmek gibi gözükmektedir.
Günümüzde İbn Haldun, sosyoloji, tarih, tarih felsefesi gibi pek çok disiplinle irtibatlı olarak ele alınabilmektedir. İbn Haldun’un düşüncesinin ‘metafizik’ yönleri de sizin üzerinde durduğunuz hususlardan birisi. Ortaya koyduğunuz ‘toplum metafiziği’ kavramıyla irtibatlı olarak, İbn Haldun’un İslâm metafizik düşüncesine yaptığı katkılardan bahsedebilir misiniz?
İbn Haldun kendisinden önce en azından Tûsî tarafından yapıldığını açıkça bildiğimiz bir varlık tasnifini ciddiye alarak, bunu derinleş-tirmiş ve bunun esaslarını, içeriğini ve neticelerini ortaya çıkarmaya yönelmiştir. İbn Haldun’un metafizik içindeki konumu, onun tarihi-toplumsal varlık alanını metodik bir araştırmaya uygun olduğunu hem nazari hem de ameli bir şekilde göstermesi ile temayüz eder.
‘Umran ilmi’ bildiğimiz kadarıyla İbn Haldun’a özgü bir düşünce. Bu, İslâm ilim geleneğinde yeni bir bilgi alanını mı temsil ediyor? İbn Haldun’un bilimler tasnifinden hareketle onun İslâm ilim tartışmalarına bakış açısını anlatabilir misiniz? Başka bir ifadeyle İslâm ilim atlasında na-sıl bir boşluk vardı da ‘umran ilmi’ bu boşluğu doldurdu?
“Umran ilmi” İbn Haldun’a ait bir isimlendirme olsa da, umran kavramı daha önceden bilinen ve kullanılan bir tabir. Umran kelimesinin “ömür” ile aynı kökten geldiğini dikkate alırsak bu alanın ne kadar geniş ve köklü bir geçmişi olabileceğini düşünebiliriz. Ancak bütün bunlar İbn Haldun’un başarısını küçültmez; aksine hakiki bir keşfin sıfırdan bir yaratma olmayıp, mevcut üzerinde gerçekleşen ve varlığın yolunu takip eden bir keşif ve inkişaf faaliyeti olduğunu gösterir.
Umran kelimesinin kök manası “yaşamak” ve buna bağlı olarak da, “yaşanılabilecek hale gelmek” yönündedir. Buna göre zaten insanların yaşadığı bir yer, yaşanabilir bir mekân haline gelmiş olacağı için, bu anlamıyla umranı ifade ediyor. Ancak mesele burada kalmıyor: İbn Haldun tam da burada kalmayarak, yaşamanın ve yaşanabilir kılmanın tam olarak ne anlama geldiğini; bunun nasıl bir varoluş tarzını gerektirdiğini araştırıyor. Bu araştırma olanın ve olması gerekenin ötesinde, olanın öyle olmasını mümkün ve zorunlu kılan temeli keşfe yöneliyor. Bu, o zamana kadar, bu anlamda yapılmış bir şey değil.