İçine saf ipek bırakılmış bir hokka mürekkep, kamıştan yontulmuş bir kalem, bir kağıt ve bir de rikkate, sükunete ermiş bir yürek; hüsn-i hattı icra için gereken aletler…
Müstakimzade Süleyman Sadeddin hattatların hayatlarını anlattığı eseri Tuhfe-i Hattatin’de ‘Harfleri melekler bekliyor’ der. Hüsn-i hat, eşsiz estetik değerinin yanında, hikmete yönelme arzusunun da en güzel ifade biçimi. Bu yönelişin belki de zamanı olmadığından, hüsn-i hatta ilgi hala yüksek. Yaşayan en değerli hattatlardan olan, yirmibeş yılda ondokuz hattat yetiştiren ve yüzlerle ifade edilebilecek hat talebesine de hocalık eden Hüseyin Kutlu’ya göre hat sanatı diğer sanatlar gibi cismani olsa da kaynağı, ilhamı ruhani. Kişilerin sanat karşısında manevi derinlikleriyle paralel olarak gelişen hissiyatları, ruhani zevkleri var. Hat sanatını cismani aletlerle icra edilen ruhani bir hendese olarak tarif etmişler. Ruhani hendese derken aslında şunu anlamak lazım: Sanatlar yoğunluklarına göre bir takım katmanlara, mertebelere ayrılır. Mesela mimari, taş, mermer, ahşap gibi ağırlığı olan kütleler üzerinde icra edilen bir sanattır. Heykel’de yine bir kütle var ortada. Resimde, kütle hafi fl iyor, bir satıh üzerinde cereyan ediyor hadise. Ancak resimde de kainatta var olan eşya üzerinden gerçekleşiyor sanat icrası. Eşyayı tuval üzerine taşıyarak estetik bir şey ortaya koymaya çalışıyor ressam. Musikide kütle daha hafifliyor, ruhanileşiyor. Şiirde de öyle. Hat sanatını hepsinin üstüne koymak lazım. Çünkü sözün kainatta kütleye benzer bir karşılığı yok. Bir söz bu. Manayı kalıba döküyorsunuz. İşte bu yüzden hat sanatına bir ibda sanatı deniyor. İbda, yok olan bir şeyi ortaya koymak demek.
Kutlu’ya göre bir şeyi açıkça ortaya koymak lazım; Kur’an medeniyetidir bu. Soyut resim, modern resim, grafi k… gibi izahlarla hat sanatı tarif edilemez. Hattatlar, hat sanatını böyle tarif etmemiş, böyle de icra etmemişler. İnsanlık tarihinde hiçbir yazı türü hüsn-i hat gibi sanat haline gelememiş. O halde hat sanatının yükselişini ne ile izah etmeli? İslam medeniyetinin kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de ‘Kalem Suresi’ adını taşıyan müstakil bir sure var. Bu surede Allah Teala ‘Kaleme yemin olsun ki…’ derken kalemin kutsallığına dikkat çekiyor. Bu, işaretin ötesinde doğrudan doğruya yönlendiriş.
İslam alemi Kur’an’ı anlamak için metodoloji geliştiriyor. Kur’an-ı Kerim’e rasgele değil, usulüyle yaklaşıyor. Kur’an’ı güzel okumak için tecvidi, kıratı, musikiyi öğreniyor. Yazmak için de hüsn-i hat sanatını geliştiriyor. Yani hat sanatı Kur’an’ı güzel yazmak için geliştirilmiş bir sanat. Kaynağında Kur’an sevgisi, Allah sevgisi var. Bu sevgiyle coşan sanatçı, Kur’an’ı önce hüsn-i hat ile yazmış, sonra süslemiş, tezhip sanatı ortaya çıkmış. Ciltlemiş, cilt sanatı doğmuş. Cilt kapağı güzel olsun diye ebru yapmış. Okumak için sıradan bir sehpa olmaz demiş, sanatlı rahleler ortaya çıkmış. Sedef kakmalı, kündekari rahleler… Kısacası hepsinin temelinde Kur’an sevgisi, Allah sevgisi…
Gelenekli sanatlarımızda yarar, estetik iç içe. Şüphesiz hüsn-i hat için de durum böyle. Sözgelimi tacir ticarethanesine, “Errızku al Allah”, “Rızık Allah’tandır” hattı asıyor ki, kendisini hırstan, tamahtan, yanlıştan beri tutsun. Hatta belki böyle levhalar, tacirin Allah’a dayandığını bilmek bakımından müşteride de bir güven duygusu yaratıyor. Yani duvara asılan yazılar, birey ve toplum hayatını tanzim eden ibareler aslında.
Bu husus hat sanatının alamet-i farikalarından. Bir heykeltıraş ilginç bulduğu, hoşlandığı her şeyin heykelini yapabilir. Ressam için de geçerlidir bu. Ama hattat için yazacağı ibarelerde mana önemlidir. Sözün olgun ve dolgun olması lazım. Yazılan ya ayettir, ya hadistir ya da şiirdir. Yani hattat derin manalı seçkin sözler yazar. Niçin? Çünkü o, bir eve, bir camiye, bir işyerine, bir binanın kapısına asılacak ve bu sözleri insanlar okuyacak. Okuyacak ve ondan mesaj alacak, beğenmekle kalmayacak. Her sanatın bir mesajı vardır ama hatta bu mesaj daha belirgindir. Hat sanatı hem duyguyu yani gönlü, hem gözü hem de aklı besler.
Hat sanatının eğitimi ‘feyz’ esasına dayanıyor. ‘Feyzi anlatmak hakikaten zor.’ Diyor Hüseyin Kutlu; “Şöyle müşahhas bir misalle belki açıklayabilirim; Her evde televizyon alıcıları var, malum. Bir rüzgarla bu alıcılarda bir yön değiştirme olsa, yayın kesiliyor. Yani, televizyon seyretmek için alıcı ile verici arasında tam bir mutabakatın olması şart. Hoca talebe arasında feyz aktarımı da işte böyle tam bir mutabakatla sağlanır. Ve bu mutabakat edeple, saygıyla olur. Mesela ben hocam Hamit Aytaç’a hiçbir zaman “bana şu harfi yazar mısınız?” demedim. Sadece gönülden istedim, o kadar. Böyle davrandığım için mahrum kalmadım. Hatta istemeyi bilemediğim ama öğrenmem gereken şeyleri de fazladan elde edebildim.”
Yani, hat bilmek için ilk önce had bilmek gerekiyor, herhalde. Hem edep anlamında, hem insanın kendi kendini bilmesi, sınırlarını tanıması anlamında. Bu da bir iç intizam meselesini getiriyor akla. Psikiyatrların çok iş gördüğü bu zamanda, hüsn-i hat sanatı kendisiyle meşgul olanda bir ruh disiplini de sağlıyor. Zaten eser verecek hattatta, böyle bir ruh intizamının var olması gerekir ki, hüsn-i hat bihakkın icra edilmiş olsun.
Bugün hala hat sanatına ilgi büyük. Gençlerin öğrenme konusunda gösterdiği çaba, insanların salonlarının duvarlarına bir güzel hat asmak konusundaki istekleri bunun kanıtı. “Defterime kayıtlı yüzlerce talep var. O kadar yoğun ki bu talep, karşılamakta zorlanıyorum.” diyor Hüseyin Kutlu ve ekliyor; “Bu sanat bu milletin ruhunda var.”