Türkiye’de irfan ve hikmet araştırmaları deyince akla gelen ilk ve en mühim isimlerden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’la, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi’yi ve Osmanlı’ya etkilerini konuştuk…
Diriliş” dizisini izliyor musunuz? Yıllardan beri üzerinde çalıştığınız İbn Arabi Hazretleri ilk kez ekranda canlandırılıyor.
-Ne hissettiriyor bu durum size? “Diriliş” dizisinde, Osmanlı’nın kurucu babaları içinde İbn Arabi’nin zikrediliyor olması, başlı başına önemli bir konu. Bir tarihi gerçeğin yeniden itirafı bu. Zira Osmanlı’nın gerçekten kurucu babalarından, fikir sahibi, ruh üfleyicilerinden birisi kendisi. Osmanlı tarihinde sultanların, şeyhülislamların, şairlerin eserleri üzerinde tarama yaptığımız zaman onun ismine çok sık rastlarız. Düşünceleri itibariyle İbn Arabi’nin izlerini her yerde görmek mümkün. Osmanlı’nın ilerleme dönemlerinden sonra yavaş yavaş güneyden gelen bazı düz mollalar eliyle gelişmeye başlayan “İbn Arabi karşıtı” yaklaşımın haddi aşması; bir takım kaba söylemlere ve ardından eylemlere başlaması neticesinde devlet İbn Kemal üzerinden bir fetva verdirir. Bu da devletin resmi görüşüdür adeta: “Şeyh-i Ekber İbn Arabi bizim büyüklerimizdendir, onun eserlerinde sizin anlayamayacağınız yerler olabilir; şimdilik anlamayabilirsiniz, ama umulur ki ileride anlarsınız. Onun için bühtan etmeyin, kendisini suçlamayın” diye İbn Arabi’yi koruyan, onu müdafaa eden bir fetvası olmuştur Osmanlı Devleti’nin. Bu açıdan önem arz ediyor. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise tarihçilerde İbn Arabi adeta unutulmuştur. Ferid Kam gibi Mehmed Ali Ayni gibi bazı ilim adamlarından onu hep hatırda tutanlar olmuşsa da yeni dönemin resmi tarih anlayışına sahip tarihçilerde onun mevkiini inkâr dönemi başlamıştır. Bunun birkaç sebebi vardır. Her şeyden evvel Hânedân-ı Âl-i Osman Türk idiler ama Türkçü değildiler. Veda hutbesinde bunu haram kılan bir Peygambere (s.a.v) iman etmekteydiler. Bu ihata edici yaklaşımın yerine ikame edilen Türkçü bir söylemin öne çıkmasıyla gözler bilimsellikten uzaklaşıp tarafgirliğe ve taifeciliğe kaymıştır. Nitekim bu yaklaşım her zaman zıddını ateşler ve bugün dahi yaşadığımız Doğu Anadolu probleminin esas zeminini teşkil eder. O dönemin bu moda yaklaşımını benimseyen bazı tarihçiler, mesela Fuad Köprülü gibiler tasavvuf sahasında da ‘İlla bir pir lazımsa bu da ancak bir Türk olmalı’ görüşüyle hareket ederek Seyyid Hacı Ahmet Yesevi’yi keşfettiler. Estağfurullah adeta onu İbn Arabi ve Mevlana imajının önüne koydular. Fakat gerçekte Hacı Ahmet Yesevi’nin tesiri Orta Asya’da olduğu kadar ve hiçbir zaman bir İbn Arabi, Mevlana, Yunus Emre kadar olmamıştır. Bu dizide ilk defa İbn Arabi’nin adının geçiyor olması, bu manada takdire şayan, bir hakikatin itirafı. Lakin diğer taraftan İbn Arabi’nin, Osmanlı ile olan irtibatının elimizde çok fazla tarihsel belgesi de yok. Daha önce de söylediğim gibi fikri belge çok ama tarihsel belge fazla yok. Sadece Şeyh Edebali ile Şam’da karşılaşmış olma ihtimalinden bahsedilir hepsi o kadar. Neticede bir filmdir buna müsamaha edilebilir diyebilirsiniz. Bir de kendisi adeta bir tekke şeyhi görünümünde işlenmekte. Oysa İbn Arabi’nin tarzı biraz daha farklıdır. Sıradan bildiğimiz bir tekke şeyhliği yapmamıştır. Bir tekke inşa ettirip, o tekkede oturan bir şeyh olmamıştır hiçbir zaman. Meydan açan, meydan zikri yaptıran bir şeyh tipinden daha farklı bir kâmil tipidir. Sahip olduğu irfanı müsait gördüğü insanlara ilka etmekle meşgul bir zattır. Dolayısıyla ufak bir tenkit de bu manada olabilir.
İbn Arabi Osmanlı’nın gerçekten kurucu babalarından, fikir sahibi, ruh üfleyicilerinden birisi.
İbn Arabi’nin Osmanlı’ya etkisini ve mayasını nasıl açıklarız?
Bir düşünürün, bir siyasi mekanizmayı etkilemesini her şeyden evvel, düşünce arkeolojisi yaparak düşünce takibi yaparak izlememiz mümkündür. Bu manada baktığımız zaman İbn Arabi’nin görüşlerinin, -ki daha sonraları “vahdet-i vücut” olarak adlandırılan İslam tevhid esaslarının-, Osmanlı Devleti’nin geniş kesimi tarafından benimsendiğini görmekteyiz. Ve o mektebe mensup âlimlerin Osmanlı’nın ilk kurucu babaları içerisinde yer aldığını görmekteyiz. Mesela Davut el-Kayseri gibi. İznik medreseleri başmüderrisidir ve Fusus şârihidir. İbn Arabi mektebindendir. İlk şeyhülislam kimdir? Molla Fenari. Molla Fenari hakeza İbn Arabi mektebinin şarihidir. Bu yönünü maalesef modern İslam hukukçuları bilmezler. Yavuz Sultan Selim hilafeti Mısır’dan aldıktan sonra, İstanbul’a dönerken Şam’a uğrayıp -yanında İbn Kemal de vardır- İbn Arabi’nin kabrinin bulunmasını emretmiştir ve kabri o sayede bulunmuştur. Bulunduktan sonra da üzerine bir türbe, bir tekke, bir imarethane, bir camii yapılması kararını bizzat kendisi vermiştir. Bugün dahi Şam’ın Kasyon dağı eteklerinde, İbn Arabi külliyesi bulunmaktadır. (Allah muhafaza buyursun!). İbn Arabi’nin en zor anlaşılır sayılan kitabı “Fususu’l-Hikem” bizzat Sultan III. Murad’ın emriyle, Nevi Efendi’ye tercüme ettiriliyor. O tercümenin adını ise bizzat Sultan koyuyor. Şimdi görüyor musunuz gösterilen ihtimamı? Şimdi o sultanın şiirlerine bir bakın. Murâdî Divanı olarak yeni basıldı. İbn Arabi’nin ruhunu orada görürsünüz. Yani düşünce tarihi açısından baktığımızda İbn Arabi’nin nefesini bugüne gelinceye kadar buralarda izlememiz mümkün. Bu meyanda menkıbevi bir rivayet ve anlatımla bir manevi bağlantı kurulduğu da görülmekte. Şöyle ki; malumunuz İbn Arabi, Selçuklu’nun son günlerinde yaşadı. Osmanlı’nın kuruluşunu şahsen görmedi. Şimdi, İbn Arabi’ye izafe edilen bir kitap var. O da “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘ Osmâniyye” adında. Yani “Osmanlı Devleti’nde Numan’ın şeceresi” diye. Numan burada Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife’yi temsil ediyor. Ebu Hanife mezhebinden gelecek bir Osmanlı Devleti adıyla, bir risale yazdığı iddia ediliyor İbn Arabi’nin. Rivayet o ki daha kurulmadan, Osmanlı’nın kurulacağını bu şekilde öngörüyor. Bu kitap onundur değildir münakaşası bu noktada çok önem arzetmiyor. İlim dünyası bunu tartışabilir. Fakat siz ne derseniz deyin Osmanlı bunu içselleştirmiş, kendine mâl etmiş. Meşruiyyetine mesned olarak bu kitaba atıfta bulunmuş. Şöyle ki uzun zamandır devam etmekte olan Osmanlı-Safevi rekabetinin bir döneminde taraflar masaya oturup sulh anlaşması görüşmelerine başladıklarında, Osmanlı heyetinin başında Ragıp Paşa bulunmaktadır. Ragıp Paşa, “Telfik ve Tevfik” isimli kitabında söze şöyle başladıklarını nakleder: “Biz o kimseleriz ki, büyük arif Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin kuruluşunu seneler evvelinden müjdelediği bir devletiz. Peki ya siz kimsiniz?” diye bir soru sorar. Onlar nasıl bir cevap verdiler bilmiyoruz ama burada önemli olan şey, bir devlet görevlisinin kendi devletini tanımlarken, kendi büyüklüğüne referans olarak İbn Arabi’yi referans gösteriyor olmasıdır. Osmanlıda İbn Arabi’nin mevkii neydi diye sorana cevap olarak bu yeter.
Daha önce “Anadolu’yu büyük bilgelerin nefesi mayalamıştır” diye bir söylemde bulunmuşsunuz. Bunu nasıl açabiliriz?
İbn Arabi örneğinde gördüğümüz bu maya çalma misalini iz sürme yöntemini takip ederek diğer bilgelere de tatbik edebiliriz. Mesela Mevlana’nın görüşleri aynı şekilde Osmanlı bütününde, Osmanlı entelektüel hayatında çok merkezi bir yerdedir. Bunu nereden çıkararak böyle bir şeyi iddia ediyorsunuz diye sorabilirsiniz. Bugün Osmanlı şairlerinin aşağı yukarı yüzde 80’inin divanları, şiirleri farklı edebiyat hocaları tarafından hazırlandı. Birçok şairin divanları elimizde. Diyebilirim ki yüzde 80’e varan bir oranda- ister tekke şairi, ister divan ister halk şairi olsun- methiyeler bölünde Hz. Mevlana’ya yönelik övgülerin olduğunu görmekteyiz. Hatta sultanın divanında bu övgüyü görmekteyiz. Son zamanlara geldiğimizde, sonra yolu değişmiş dahi olsa Nazım Hikmet’in şiirlerinde bile “Ben de senin müridinim ya Mevlana” diye dizeler vardır. Ariflerin, Anadolu düşüncesini besleyen en önemli kaynaklar olması, günümüzde maalesef sadece menkıbe ve halk düzeyinde, folk İslam düzeyindeki bir tesir olarak algılanıyor. Oysa ki Anadolu erenlerinin, Anadolu bilgelerinin görüşlerinin tesirleri, Osmanlı entelektüel hayatını besleyen en önemli kaynaklardır. İbrahim Hakkı Erzurumi bir elinde tespih, bir elinde teleskop olan bir arif, bir bilim adamıdır. Evliya Çelebi sadece turist rehberi değildir. Evliya Çelebi her gittiği yerlerde aynı zamanda tekkelerde kalmaktadır. Bir Bektaşi Ocağı aynı zamanda Osmanlı askeriyesiyle birbirine geçmiş bir haldedir. Dolayısıyla Osmanlı gibi geleneksel İslam topluluğunda maneviyat erbabının nefeslerinin toplumun ve devletin her kesimine nüfuz ettiğini görmek mümkündür. Bu bazen bir hat levhası şeklinde duvara yansıyabilir. Bir hattatın elinden çıkan bir sanat eseri haline gelebilir, bir arifin sözü veyahut da bir tevhid noktasını gösteren mimari eser haline gelebilir veya bir bestekârın elinde o arifin nutku bestelenir, ilahi halinde ritmik bir şekilde söylenebilir. Tesirlerinin domino taşları gibi birden fazla etkileme yapması söz konusudur. Hatta fıkraları dahi etkiler. Bugün Nasreddin Hoca fıkraları denilen şeylerin hepsi sufiyane esprilerdir. Tasavvuf büyüklerinin, Osmanlı’yı şekillendirmelerinin birden fazla parametreyle ele alınması gerekir. Yani ekonomisine tesiri, bilim dünyasına tesiri, medreseye tesiri, tekkeye tesiri, askeriyesine tesiri gibi… Bugün dahi ordudaki bazı rütbeler dergâh rütbeleridir; çavuş gibi, onbaşı gibi… Bunlar dergâh rütbeleridir. Kahvehane kültüründe dahi Hasan eş-Şazeli’nin nefesi vardır. Daha ne diyeyim?
İbn Arabi bugünün insanı ve dünyası için ne söylüyor? Ekonomi için, ordu için… Görüşlerinden nasıl istifade edilebilir?
Bir kere şunu unutmamak gerek; İbn Arabi gibi bilgeler, temel prensipler üzerinde yoğunlaşırlar. Yani tefferruatla ilgilenmezler. Ama temel prensipleri sizlere verdikleri zaman, siz oradan yola çıkarak teferruata inebilirsiniz. Mesela İbn Arabi, “Tedbîratü’l-İlahiye İslahı Memleket-il İnsaniyye” yani “İnsan
memleketinin yani bu dünyanın ıslahında, ilahi tedbirler nasıl olur?” anlamında bir risale kaleme alıyor. Bu risale adeta ezoterik siyasetin veya yeryüzü idaresinin batıni boyutlarının neler olabileceğini göstermesi açısından çok önem arz ediyor. Bu kitaptan ilham alan İsmail Hakkı Bursevi İbn Arabi çizgisinde olan bir Osmanlı arifi kitap yazarak, orada “Sultan” Allah’ın hangi isminin mazharıdır, Vezir-i azam hangi esmanın tecellisi altındadır, Rumeli kazaskeri, Anadolu kazaskeri ne demektir deyip Osmanlı Devlet bürokrasini tamamen ezoterik sembolizmle şerhettiği bir kitap kaleme almıştır. Bu müthiş bir şeydir.
Diğer taraftan mesela bugün fizikte; zaman nedir, zaman yaratılmış mıdır, zamanın bir gerçekliği var mıdır gibi konular üzerine ciddi tartışmalar yapılmakta. İbn Arabi’nin, “vaktin sahibi olmak” veya “vaktin çocuğu olmak” kavramlarını tartışması ve vakit ile hal kelimelerini özdeşleştirmesi, vaktin hal demek olduğunu söylemesi gibi kavramlar; bugün kuantum fiziğindeki zamanın izafiliği anlayışıyla çok örtüşmektedir. Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inde geçen; “âlem aslında yekparedir, her bir parçası birbirine görünmez sicim ile bağlanmıştır” sözü; bugün Kuantum Fiziği’ndeki sicim teorisiyle örtüşmektedir. Dolayısıyla ariflerin bazı sözlerinde, bugün modern bilimsel gelişmelerle paralellik arz edip örtüşen noktalar bulunmaktadır. Fakat malesef bugün üçüncü dünya alimleri
siyasi ve mezhebi parçalanmalar içerisinde kaldıkları ve de olaylara bütüncül bakamadıkları için, bu mukayeseleri kuramamaktadırlar. Oysaki Batılı bazı bilim adamlarının, mesela bazı kuantum fizikçilerinin İbn Arabi ve Mevlana’nın eserlerini okuduklarını görmekteyiz. O açıdan bugün İbn Arabi’nin bazı görüşlerinden yola çıkarak, çok derin anlamlara ulaşmak mümkün. Mesela “Bir kitap okursan tane tane oku çünkü sürat manayı öldürür” diyor İbn Arabi.
Bugünün hız toplumu için büyük bir ders barındırıyor aslında bu söz…
Tam da öyle. Mana süratten kaçar. O zaman sürat, süratlendirme eylemlerinin insan psikolojisine olan menfi tesirleri gibi birçok konu devreye giriyor. Yavaşlatılmış şehirler ihtiyacı çıkıyor ortaya. Acaba tasavvufun huzur, temkin, itminan, istikrar kavramları bize bu konuda yardımcı olamaz mı? Fakat dediğim gibi bizim aydınlarımız bu irtibatı, bu korelasyonu kurabilecek vizyona sahip değiller. Zihinsel parçalanmışlık yaşadıkları için irtibat kurabilme kabiliyetlerini kaybettiler. Bilim adamıysa eğer geleneksel bakış açılarına total bir ret söz konusu. Bir tür bilimsel yobazlık içerisindeler. Fakat maalesef öbür tarafta da başka bir yobazlık söz konusu. Türkiye zaten bu parçalanmışlıkların faturasını birebir yaşayan bir toplum. Simyacı diliyle konuşacak olursak bana göre Cumhuriyetin başardığı şey geçmiş dönem birlik zihniyetini çözmek ama başaramadığı şey ise buna alternatif yeni bir birlik anlayışını ihdas edememesi olmuştur. O, birlikte çokluk anlayışından artık çok uzaklaşılmıştır. Bakınız yine İbn Arabi’den yola çıkarak söyleyelim, bugün Osmanlının birçok etnik yapıyı bir arada tutması en önemli başarısıdır diyebiliriz. Yani Osmanlı’da Türk, Çerkez, Arap, Arnavut, Kürt hepsi bir arada yaşamışlar ve hiçbirinin ırki özellikleri birbirinin üstüne çıkarılmamıştır. Liyakatine bakılmıştır ferdin. Yani Osmanlı sadece Türkmen’i tercih etmemiştir. Hatta diyebilirim ki Diriliş dizisinde sıkça vurgulanan Kayı Boyu vurgusu da bir yeni kurgudur. Ben Kayı boyunun ilk neşet ettiği söylenilen İran Türkmen’indeki ‘Yeke Gavuz’ köyüne kadar gittim. Yani Osmanlı evet kayı boyundandır fakat o kadar Kayı’cı değildir. Yani Osmanlı o kadar soy sopçu değildir. Osmanlı’nın derdi Îlâ-yi Kelimetullah’tır. Yani Allah’ın adını en yükseğe çıkarmak ve onu her yere ulaştırmaktır. Eğer sadece Kayı Boyu’cu olsaydı bilmem kaç tane sadrazam Kayı olmayanlardan gelmezdi. Size çok manidar bir şey söyleyeyim. Yine Diriliş dizisi üzerinden bir hakikati dile getireyim. Bu dizide oynayan oyuncuları zevkle keyifle seyrediyoruz değil mi? Peki bu oyuncuların hepsi Kayı boyundan mı? Bunu hiç düşündük mü? Ben söyleyeyim hem de Ertuğrul.. yani Ertuğrul rolünde oynayan başarılı baş aktör Engin Altan Düzyatan aslen bir Arnavut. Kendisi bir gazetede söyledi. Diğeri bir Gürcü, bir diğeri Çerkez, Türkmen, Kürt, Arap vs. Yani dizi gerçek bir Osmanlı. Osmanlı liyakate bakan, elinin altında bulundurduğu bütün etnik yapılardan kabiliyetli insanları devşiren, devşirmesini bilen bir devlet. Ama “benim köylüm olsun, benim kabilemden olsun, benim soyumdan olsun da çamurdan olsun” yaklaşımı köylü bir yaklaşımdır. Bugünkü dindarlar maalesef Osmanlı medeniyeti seviyesinde olmadıkları için bu tür saikler le hareket ediyorlar ve bana göre yanlış yapıyorlar. Sen hemşehrini veyahut cemaatini kayırırsan bir başkası da gelir onların işine son verir. Ve bu tıpkı köylülerin kan davası gibi sürer gider. Osmanlı ise bir şehirli medeniyettir. Daha evvel de söylediğim gibi Osmanlı Türk’tür; Türkçü değildir. Bu ikisi arasında fark vardır. Bu sebepten bugünkü bazı ultra-nasyonalist yaklaşım sahipleri Osmanlıyı sevmezler. İlginçtir ki Cumhuriyet döneminde aslen Türk olmayan ama Türkçü olan bazılarının elinde bu tarz bir ideoloji parçalayıcı bir ideoloji haline gelmiştir. Bugün dahi bu ideoloji, toplumsal yapımızı zedelemektedir. Toplumsal barışımızı zedelemektedir. Çözümü ise “Ananede” olana dönmek, yani vahdette çokluk. Onun için Osmanlı’da tek bayrak ama birçok sancak vardır. Bayrak bir tanedir ama birçok sancak olabilir. Her bir coğrafi mıntıkanın ve yahut beyliğin sancağı olur. Sancak, bayrak değildir. Birçok sancaklar bir araya gelir bayrak oluşur. Bugün
ABD ve birçok Avrupa ülkesi böyle sancaklar birliğidir.
Batı’da bizdekinden çok daha fazla İbn Arabi uzmanı ve ilim adamı olduğunu biliyoruz… Oxford’da sizin de üye olduğunuz “İbn Arabi Cemiyeti” var mesela… Bunun sebepleri üzerine neler söylenebilir?
Bu da düşündürücü bir durum. Arap ve İslam dünyasında İbn Arabi cemiyeti diye bir cemiyet yoktur. Bugün zaten Vahabi ideolojisinin İslam anlayışının formatladığı yerlerde İbn Arabi okutulmaz ve yasaktır. Çok enteresan, Irak Şia’sında en son Sistani’nin verdiği fetva ile oradan da İbn Arabi’nin eserleri kovulmuştur. Çok manidardır şiisiyle sünnisiyle İslam dünyası bu ariflerin görüşlerinden uzaklaştıkça katılaşmakta, kabalaşmaktadır. Oysa ki Mevlana ‘Biz ayırmaya değil birleştirmeye geldik’ der. Ne kadar büyük fark var. Hasılı bence artık Anadolu erenlerinin konuşma vakti geldi. Tabii ki her şeyden evvel biz onların ne dediğini biliyorsak… Fabrika Ayarlarına dönüş lazım. Çok fazla oynama yapıldı.. Öze Dönüş zamanı.