İslâm’dan önce şâir, bir kabilenin soyunu devam ettirecek erkek çocukları gibi kendi hayatlarını, hatıralarını, üzüntülerini, savaşlarını, âdetlerini devam ettirecek olan ‘ölmez oğul’ demekti.
Câhiliye döneminde şiir, içtimaî hayatta çok ehemmiyetli bir yere ve hayatî bir tesire sahipti. Büyük şairlerin hakemliğinde şiir yarışmaları düzenlenir ve her kabile yeni şairlerini ortaya çıkartırdı. Bu panayırlarda büyük başarı gösteren şairlerin şiirleri Kâbe duvarlarına asılırdı. “Muallâkat-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilen bu şiirler çok büyük rağbet görür ve bu şiirleri yazan şairlerin kabileleri bundan büyük övünç duyarlardı.
İslâmiyet, şiirin ve sözün böylesine altın çağını yaşadığı bir ortamda, Hz. Muhammed (s.a.s) ve ona gönderilen Kur’ân-ı Kerîm ile insanlığa yeni bir ufuk olarak indirilmiştir. Allah gönderdiği peygamberlere bahşettiği mucizeleri, hikmeti gereği görevlendirdiği toplumda revaçta bulunan ilme göre seçmiştir. Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi de belâgatiyle câhil bir bedeviyi de Hz. Ömer gibi, Hassân b. Sâbit gibi şiiri, sanatı çok iyi bilen şair ve âlim insanları da önünde secdeye kapandıracak Kur’ân-ı Kerim’dir. Hâl böyle olunca da inen ayetlerden bazıları Kur’ân’ın şiir olduğu ve peygamberin şair olduğu iddiasını nesh etmek üzere indirilmişti. Bunlara cevap verilirken şiir aleyhine sert ifadeler nazil olan ayetler de geçmişti. Ayrıca Müslüman olan şairler İslâm’ı ve Kurân’ı şiirleriyle savunmaya çalışmışlardır.
Kur’ân’da şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer. Şiirden söz eden, “Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O (kendisine indirilen kitap) yalnızca bir zikir(öğüt ve hatırlatma) ve apaçık bir Kur’ân’dır.” (Yasin, 36/69) âyeti, şiir ve vahiy arasında apaçık olan farkı belirtmiş ve bu iddialara cevap vermiştir. Kur’ân, başka bir yerde, aynı gerçeği bir kere daha ve yeminle pekiştirerek vurgular. (el-Hakka, 69/38-43). Kur’ân, Câhiliye dönemi şairlerinin kötü rollerine işaret ederek, şeytanın, gerçeği ters yüz eden, günaha düşkün yalancı şairlere ilham/vesvese verdiğini, onlara da ancak azgın sapıkların uyduğunu söyler (Şuarâ, 26/221-227). Kur’ân’ın içindeki şiirsel ifadeler, âhenk gibi unsurlar, Onun şiir olmasını gerektirmez. Bilâkis mânâyı en güzel, en belîğ şekilde ifade etmesi bakımından da ayrıca i’câz ve îcaz kazandırır. Kur’ân şiirle karşılaştırılamayacak kadar üstündür.
Genel olarak şiir, İslâmiyet’te söz gibi değerlendirilmiştir. İyi olanı övülmüş, kötü olanı yerilmiştir. Kur’ân’ın tenkidi de zaten kötü olan şiire, dünyevî heveslere yönlendiren, şehvet uyandıran şeytanî duygulara yöneliktir. Kurân-ı Kerim’e atılan iftiralara cevap niteliğinde olan itirazlar şiirin hepten kötü mânâda düşünüldüğünü göstermemelidir. Hz. Peygamber güzel şiiri yasaklamamış, hikmetli yönlerini övmüş, hatta destek olarak “Şüphesiz şiirde hikmet vardır” buyurmuştur.
Şairleri kötüleyen âyet nazil olduğu zaman Hz. Peygamber’in İslâm’dan önce şâir, bir kabilenin soyunu devam ettirecek erkek çocukları gibi kendi hayatlarını, hatıralarını, üzüntülerini, savaşlarını, âdetlerini devam ettirecek olan ‘ölmez oğul’ demekti. Yazı: Mehmet Yalçın 48 kültür şairlerinden Hassân bin Sâbit, Abdullah bin Revâha, Kâ’b bin Mâlik, Hz. Peygamber’e gelip şöyle demişlerdi: “Allah(c.c) şu âyeti inzal buyurdu ve o biliyor ki biz şiir söylemekteyiz.” Bunun üzerine Hz. Peygamber şairleri kötüleyen âyetlerden sonra gelen âyeti okudu: “Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah(c.c)’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (Şuarâ, 26/227) Hz. Peygamber sonra “Burada tenkit dışı bırakılanlar sizlersiniz.” buyurdu.
İslâmiyet etkisinde eski aşırılıkların yavaşça şiirden temizlenmesi ile oluşan yeni şiir, hızlı bir şekilde büyüyen İslâm ülkesinin sınırlarına giren ve Müslümanlıkla yeni tanışan milletlerin üzerinde de tesirini bırakmıştır. Farslar, Araplardan sonra İslâm sancağı altına giren ilk milletlerdendir. Hz. Ömer devrinde fethi sağlanmaya başlanan İran’da da belli bir şiir geleneği vardı. İran şiirinde nüanslara, benzetmelere, alegoriye fazlasıyla yer veriliyordu. Yerleşik kültür ve inançlar efsanelerin etkisindeki bu şiir, İslâm bayrağı altında gücünü kuvvetlendirerek Hâfız, Mollâ Câmi gibi şairler yetiştirmeyi başarmıştır. Türklerde ise göçebe bir hayat düzeni yüzünden çok kuvvetli bir edebiyat oluşmamıştı. Türk edebiyatı, İslâm’ın etkisiyle yerleşik düzene geçilmesi ve Arap-İran tesirinin yoğunlaşması sonucunda kuvvetlenmeye başlamıştır. Dinî edebiyat mutasavvıfların bayraktarlığında oluşmuştur. Hem Fars hem de Türk dinî şiiri tasavvuf etkisinde meydana gelmiştir. Horasan erenlerinin öncülüğünde yayılan tasavvuf yavaş yavaş Türk, İran, Anadolu coğrafyalarına yayılmaya devam etmiştir. Ahmed-i Yesevî, Yunus Emre, Hacı Bayram Velî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu edebiyatın oluşumunda büyük etkiye sahiptir.
Şerîat tarîkat yoldur varana / Mârifet hakîkat andan içerü” Yunus Emre
Dinî-tasavvufî şiir, İslâm’ın kaleleri ve gönülleri fethetmesinin ardından sınırlarını gittikçe büyüttü. Allah’a ve Resûlüne methiyeler, dinin emir ve yasaklarına riayet, İslâm’ı ve onun gerektirdiği zühdü, takvâyı hayata uygulamanın en lâtif ifadesi olarak şiir tercih edilmiştir. Sözün en etkileyici hâli olan şiir, kendisine karşı olan eleştirileri, küçümsemeleri arkada bırakarak gönülleri fethetmeye devam edegelmiştir. Bu sonsuz seslenişler insanların dillerine öyle bir dolanmıştır ki; en kuytu yerlerde yaşayan insanlara kadar uzanmıştır. Kendilerini İslâm’ın ‘hâdim’i olarak gören Osmanlı ve onun Hak ve Peygamber âşık’ı olan halkı, bu sonsuz seslenişleri nesilden nesle aktarmışlardır. Anadolu’nun en ücrâ yerlerinde Yûnus Emre mezarları olarak bilinen yerlerin de gösterdiği üzere bu büyük Hak ve halk ozanı toplumu kendisine aşkla bağlamıştır.
Mevlânâ’nın hitâbı, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in çağrısına eşlik ederek o kadar yüceldi ki; bugün bütün dünya ‘gel!’ hitabına kulak vermektedir.
Hallâc-ı Mansûr, Nesîmî bu aşka öylesine kapılmışlardı ki; ölümü âdetâ davet ediyorlardı. Parçalara ayrılan bedenleri aşk olarak İslâm mülkünün her yanına yayıldı.
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu” Nâbî
İslâm’ın gelişiyle ve şiire karşı duruşuyla sanat yeni bir ivme ve boyut kazanmıştır. Bu hareket dinî edebiyatı oluşturan türlerin kendini bulmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Allah, Hz. Peygamber, züht ve takva gibi bazı hasletler övülmeye başlanmıştır. Aşk şiirlerindeki sevgili nitelik değiştirmiştir. Artık şiirlerde övülen sevgili Allah ve O’nun yüce peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s) olmuştur. Bu tema bütün İslâm milletlerinde görülmüştür.
Daha Hz. Muhammed (s.a.s)’in yaşadığı dönemde başlayan peygamber övgüsü naat ismiyle terimleşti. Resûlullah’ın çağdaşı olan Ka’b b. Zuheyr ve Hassân b. Sâbit ile başlayan naat ekolü kesintisiz bir şekilde, İslâm’ın yayıldığı her yerde kendini göstermiştir. Onun hayatı, yaşadıkları, doğumundan ölümüne her anı, her özelliği şiirlerde ayrı ayrı işlenmiştir. Onu görmeden âşık olanların bu doyumsuz aşkı; onun ulvî nitelikleriyle kendi sözlerini kıymetini arttırmak ve kıyamet gününde Ona kavuşmak arzusuyla nice külliyatları doğurmuştur.
Kasîde-i Bürde ile gerçek boyutunu kazanan bu gelenek Resûlullah’ın ümmeti olma şerefini ve şefaatini umanları, kalemin bütün esrârını kâğıda dökmeye çalışmaya yöneltmiştir. Resûlullah’a yazdığı şiiri sunan Ka’b b. Zuheyr, bu şiir karşılığında câize (şiire karşı verilen hediye) olarak Resûlullah’ın kendi sırtından çıkartıp onun omuzlarına bırakması, şairlerin hayâllerini süsleyen bir ödül töreni gibi şiirlerde işlenegelmiştir:
“E min tezekküri cîranın bi zî selemin Mezecte dem’an cerâ min mukletin bi demi”
“Selem (ağaçlarına) sahip (yerdeki) komşuları, (Resûlüllâh’ı) hatırladığın için mi Akıttın gözyaşlarını, gözün ak ve karasından kan ile karışık bir şekilde?” Ka’b b. Zuheyr
beytiyle başlayan bu şiir, bir mihenk taşı olarak İslâm şairlerinin hedefi durumuna gelmiştir. Bu hasret sadece Araplarla sınırlı kalmamıştır. 16. yüzyıldan sonra İslâm’ın bayraktarlığını da yapmaya başlayacak olan milletimiz de Peygamber Efendimize aşk ve hasret dolu şiirler yazmışlardır:
“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çâre su” Fuzûlî
Bu yüce duygular Hz. Muhammed (s.a.s)’in şahsında İslâm’a karşı duyulan sonsuz sevginin yansımaları olmuştur. Anadolu ve Rûm-ili fethedilirken; ordularla beraber hatta kimi zaman onlardan önce giden “Erenler”in yaktığı aşk meşâlesi gönülleri fethetmekle meşgul oldu. Bu meşâlenin kalpteki harâret ile doğurduğu “Mevlid-i Şerîf (Vesîletü’n-Necât)” ve “Muhammediye” zihinlere nakşolmuştu. Kur’ân hafızlığının yanı sıra Mevlidhân (Mevlid-i Şerîf okuyucu)lar yetişmiş, pâk zihinler tarafından Mevlid ve Muhammediye gibi eserler ezberlenmişti. Bugün bile düğünlerde, doğumlarda, ölümlerde, Ramazan ayının kalplere verdiği ilâhi vecd dönemlerinde Hz. Muhammed (s.a.s)’in rûhaniyetine salât ve selâm niyetine okunmaya devam ediyor:
“Tutdı cihânı serteser envâr-ı Mustafâ Çün kim belürdi dünyâda âsâr-ı Mustafâ” Süleyman Çelebi
Osmanlı tahtında halife sıfatıyla da oturan padişahların bu hasreti hissetmemeleri olanaksızdı. Onlar da aynı hasreti tâ kalplerinden gelen divanları dolduracak kadar çok şiirler açığa vurmuşlardır:
“Nûr-ı âlemsin bugün hem dahi mahbûb-ı Hudâ Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ” Muhibbî
Hak ve Peygamber aşkı ile serpilen duygular sultanlıktan daha üstün görülmüştür. Sultan Ahmet’in yaşadığı şu meşhur kıssadan elbette bizim de payımıza düşecek bir hisse vardır:
Sultan Ahmed, bugünkü Sultanahmet Câmii inşası esnasında Mısır’da bulunan Sultan Kayıtbay Câmii’nden Peygamber Efendimiz’in kadem-i şerîflerini getirtmişti. Peygambere duyulan hasretin yansıması olan bu olay Sultan Kayıtbay’ın bir gece rüyasında Sultan Ahmet’i Peygamber Efendimiz’e şikâyet etmesiyle neticelenmişti. İki sultanın kadem-i şerîf için Allah Resûlü huzurunda görülen davalarında haklı görülen taraf Sultan Kayıtbay olmuştu. Bu üzüntüyle Sultan Ahmed kadem-i şerîfi geri iade etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu kutsal hazineden kendinde de bir eser bulunsun diye kendi el emeğiyle kadem-i şerîfin bir örneğini çıkartıp etrafını da kendi elleriyle süslemesi ve şairliğinin de yardımıyla aşağıdaki şiiri kaleme alıp bu aldığı örneğin etrafına nakşetmesi ibretliktir. Bu şiir ‘tâc ü tahta yeğ görülen’ aşkın tezâhürü olarak görülmelidir:
“Nola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl’ün Gül-i gül-zâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün” Sultân I. Ahmed
İslâm’ın sonsuz hitabına gür bir ses daha
Âkif ve “Âsım’ın Nesli” Mehmet Âkif, Müslümanların son derece zor bir dönemece girdiği bir dönemde yaşamıştır. Millî Mücadele döneminin bütün sıkıntılarını çekmiş ve hutbeleriyle önce İstanbul ve ardından da Anadolu’da halkı kurtuluş yolunda sevk etmeye gayret etmişti.
Asırlarca İslâm’ın önderi olan Osmanlı Devleti, artık “hasta adam” olmakla itham ediliyordu. Birinci Dünya Harbi’ne daha gelmeden yaşadığı büyük sıkıntılar, harp ve ardından başlayan işgal süreci ile bütün her şeyiyle ümitsizliğe düşen bu “hasta adam”ı canlandıracak şey gene onun yetiştirdiği ümitli evlatlarının gayreti olacaktı. Öylesine büyük bir imanla bu belâdan kurtulma gayretiyle çalışmaya başlayan bu insanların en önemlisi de kuşkusuz ‘Millî Şair’ Mehmet Âkif idi.
Kalemini İslâm’ın kurtuluşuna adayan bu yüce insan, bütün hedeflerini, hayâllerini bu yola hasrederek; İslâm aşkına iman etmişti. Çelik zırhlara iman dolu yüreğini siper edip yazdığı “İstiklâl Marşı”nı daha sonra bütün şiirlerini toplayacağı “Safahat”a almayarak samimiyetini gerçek mânâda ispat edecekti.
Yüreklere işleyecek olanı bulabilmek için en samimi sözü ortaya koymalıdır insan. İslâm böyle bir aşkla yazılmış olan şiire elbette ki karşı çıkmayacak ve hatta destekleyecektir. Bu aşka uyanların şiirini Peygamber Efendimiz’in kendi ağızlarından okuduğu hadisleri de ayrıca dikkate değerdir. Şiir, sözün en büyülü hâlidir. Gerçekten hissederek söylenmiş bir şiir, hiçbir sözün yapamayacağı tesiri kaskatı kesilmiş, et parçasına dönmüş kalplere dahi nakış nakış işleyebilir. Fakat sanat kaygısıyla yazılmış olan, Âkif’in deyimiyle, tasannu’ ile yazılmış olan şiir; ancak kulağa hitap eder. Kalbe tesiri yok denecek kadar az olur.