Kurtuba’nın ruhu

kurtuba

Miladi 711 yılında Tarık bin Ziyad’ın ilk adımı ile İspanya’nın bedenine üslenen yüksek ruh Gırnata’da, İşbilye’de, Mursiye’de, Sirakusa’da ve daha bir çok Endülüs şehrinde olduğu gibi Kurtuba’da da geçmişin görkemini ziyaretçilerine fısıldamaya devam ediyor.

Müslümanların hakimiyetinde kaldığı sürede Avrupa’nın ilk aydınlatılan şehri, hamam kültürünün ilk tesis edildiği coğrafya olması bir yana, Arap, Frank, Slav, Berberi, Grek, İberik ve Roman gibi birçok etnisitenin teşkil ettiği kozmopolit yapısı, 200 bin ev, 600 cami ve medrese, 800 hamam, 50 hastane, 400 bin kitaplı kütüphane, altın ve gümüş işçiliği, dericilik sanatı, dokumacılık endüstrisi, yetiştirdiği ünlü alim ve fi lozofl arı; İbn Hazm, İbn Rüşd, El Kurtubi ve İbn Meymunları ile o dönemlerde karanlık denizlerde kendine yol arayan Avrupa’yı güneybatısından aydınlatan bir medeniyet feneri idi.

Başını Sierro Moreno, Endülüs dönemindeki adı ile Cebel- i Arus’a (Gelin Dağı) dayamış, ayakları Guadalkivır (Elvadül Kebir – Büyük Vadi) nehrinde ıslanan Kurtuba, İslam fütühatı ile 711’de tanışır.

Ama şehrin kaderindeki daha önemli dönüm noktası Şam’da Abbasi iktidarı ile batan Emevi güneşinin ışığını İspanya’ya taşıyan 1. Abdurrahman’ın 756’da bağımsız Emevi Devleti’ni ilanı ile şehrin başkent yapılmasıdır.

Şehrin tarihi merkezini güneyden kucaklayan Elvadül Kebir nehrinin üzerindeki Roma köprüsünden geçen yol sizi tarihi surlarda yine Roma döneminden kalma kapının yanından İslam mimarisinin ana ilham kaynaklarının başında gelen Kurtuba Ulucamii’nin kıble duvarına götürür ve hemen yanı başınızda Hıristiyan dönemde kıble yönüne dikilen şehrin koruyucusu Aziz Rafael’in heykelini görürsünüz. Caminin dış duvarlarında İslam mimarisine damgasını vuran at nalı şeklindeki kemer stilinin orjinalini görmek insana heyecan verir. Caminin batı tarafında daha sonradan kardinallık binasına çevrilen Halife’nin sarayı ile Cami arasında son derece dekoratif bir geçiş köprüsü ise tasvirlerde kalmış.

Batı yönünden avluya girince ilk göze çarpan portakal ağaçları. Bu ağaçlar bir Hıristiyan dini mimari geleneği olarak cami döneminden kalma palmiye ağaçlarının yerine dikilmiş. Kuzey Afrika ve bölge mimarisinin şadırvan tipi olan üstü açık abdest havuzunun yerinde şimdi bir fıskiye var. Muhteşem minarenin yerini çan kulesi almış. Avludaki diğer bir dramatik değişiklik cami girişindeki kemerlerin arası kilise mimarisine uygun olarak içeriyi karartmak amacı ile duvar ile örülmüş.

İnşasına 786’da 1. Abdurrahman döneminde başlanan cami, toplum ve şehir ihtiyaçlarına göre 2. Abdurrahman (821 – 852) ve 2. Hakem (961-976) dönemlerinde güneye doğru genişletilmiş. Her genişlemede kullanılan mimari bir önceki dönemi, mimari zerafet ve güzellik alanında aşarak bu muhteşem mabedi daha da eşsiz kılmış. Cami mimarisinde klasik Emevi stili olan dörtgen yapı esas alınmış. Girişten kıbleye doğru baktığınızda klasik tanımlaması ile cami bir sütunlar ormanı. Yaklaşık 1000 adet sütun onar, yirmişer muhtelif coğrafyalardan getirildiği gibi caminin yerinde daha önceden mevcut Vizigot kilisesinden arta kalanlar da kullanılmış.

Aralarındaki biriketlerle kavislendirilmiş üst üste 2 katlı taş kemerler ahşap işlemeciliği harikası tavanın yükünü eşit ve dengeli dağıtma amacı ile kullanılmış. Bu da Endülüs mimari zekasının bir başka ürünü. Orta kısımda birbiri üzerine geçen sekiz küçük kubbeden oluşan orta kubbe ve iç duvarlarındaki Endülüs icadı kabartma süslemeler ve nihayet Bizans’ın mozaik sanatı, İran’ın çiçek motifl eri gibi bir çok süsleme sanatının kullanıldığı ve kufi hattı ile ayetlerin kuşattığı muhteşem mihrabı ile şaheser bir iç mimari. Cami içindeki akustik mihrabın at nalı biçiminde geniş bir şekilde duvarın içine oyulması ile sağlanmış.

Sol tarafa döndüğünüzde Almansur hanedanı döneminde kıble yönündeki Elvadül Kebir nehrinin izin vermemesi dolayısı ile sol tarafa doğru yapılan genişlemeyi görürsünüz. Ama sanki bu bölümün inşası Kurtuba’nın son dönemine denk geldiği için o tarihlerin siyasi ve zihni karışıklıkları dolayısı ile daha önceki genişletmelerin ihtimamını bu bölümde pek göremezsiniz. Ancak burada dikkat çeken bir özellik inşatta çalışan işçilerin bazı sütunlara Arapça olarak isimlerini kazıyarak daha sonraki yüzyıllara bir mesaj verme çabalarıdır.

İnsanlık medeniyetinin bu büyük eserinden hayranlıkla ayrılacak iken, Kurtuba’nın 1236’da düşmesinden sonra caminin ortasına saplar gibi inşa edilen katedral kendi mantığı içinde son derece görkemli bir mimariye sahip olsa da caminin ihtişamı ile mest olan insanın gönlüne bir acı zerkediyor. Ama tarih dini otoritenin baskısına boyun eğerek bu ilaveyi yapan kralların daha sonra bu güzel esere müdahalenin ezikliğini dile getirdiklerini kaydediyor.

Bu abide şehrin insanı içine çektiği gizem ve görkem denizinde seyrederken atlanmayacak bir diğer mekan Callahora Burcu. Elvadül Kebir nehri üzerindeki Roma köprüsünün başında Endülüs döneminde inşa edilen bu burç Müslüman olan Fransız düşünür Roger Garaudy’nin İspanya’da kurduğu vakıf tarafından Endülüs tarihi müzesi haline getirilmiş. Ayrıca bu vakfın yine eski şehirde Endülüs Evi olarak restore edilip ziyaretçilere açtığı mekanın odalarını gezerken Endülüs İslam anlayışının bir ev hayatını nasıl dizayn ettiğini ve nasıl ısıttığının farkına varıyorsunuz.

Yazımızın başında sözünü ettiğimiz yüksek ruh, Kurtuba’yı gezerken her köşeden bir şeyler fısıldıyor. Katolik şehir devletleri krallarının birleşerek hız verdikleri yeniden fetih hareketi ile İspanya’dan sürülmeden önce Yahudilerin İslam hoşgörüsünün nimetlerinden faydalanarak Cordoba’da sürdürdükleri müreff eh hayattan, bugüne caminin hemen yakınındaki Yahudi mahallesinde cemaatsiz bir Sinagog’dan başka bir şey kalmamış.

Şimdi Ulucami ziyareti ile mest olan duygu dünyamıza başka bir lezzet katmak için Kurtuba’nın bir diğer harikasına yönelelim.

Endülüs tarihinde 1. Abdurrahman ile başlayan Şam’daki merkezi otoriteden kopuş ve anavatandan çok uzak bir yerde yeni bir fi lize hayat verme süreci 3. Abdurrahman ile ayrı bir boyut kazanır. Endülüs’te bir ara sarsılan ve yeniden tesis edilen otoriteyi daimi kılmak, Kuzey Afrika’da yayılan Şia anlayışının Endülüs’e sirayet etmesini engellemek için 3. Abdurrahman 929’da Halifeliğini ilan eder. İşte bu yeni statü yeni bir yapılanma gerektirmiş. Bunun sonucu olarak 3. Abdurrahman hareminin gözdelerinden Zehra’nın adını verdiği muazzam bir hilafet merkezi bir yönetim şehri yaptırmaya karar vermiş ve adına Medinetüzzehra (Zehra’nın şehri) demiş.

936 – 940 yılları arasında inşa edilen bu şehir 112 hektarlık bir alana kurulmuş. Kurtuba’dan batıya doğru 8 km geldiğinizde başını Cebel-i Arus’a yaslamış ve yukarıdan aşağıya doğru süzülür bir şekilde bulursunuz, Medinetüzzehra’yı. 10 bin işçi yapımında emek sarfetmiş ve bu masal şehrin inşası tüm müştemilatı ile 976’da 2. Hakem döneminde tamamlanabilmiş. Yukarıdan aşağıya gezdiğinizde harem kısmı, muhafız binaları şeklinde devam eden mimari düzlüğe indikçe vezirler divanı ile devam eder ve 3. Abdurrahman’ın muhteşem taht odası ve fıskıyeli havuz ve kameriye ile son bulur. Taht odası olağan üstü iç tezyinatı ile gerçekten büyüleyici. Her bölümde restorasyon çalışmaları hala sürüyor. Sarayın ana kapısından şimdiye sadece 4 kemer kalmış. Eskiden bu kemerlerin üzerindeki köşkten 3. Abdurrahman gelen misafi rleri istikbal edermiş.

Şu andaki kalıntılar bile bu muhteşem yapı ile 3. Abdurrahman’ın Endülüs’ün halifelik dönemine verdiği önemi vurguluyor. Şehrin hemen yanıbaşında bağımsız bir ünite olarak inşa edilen camiden 1 – 2 metreyi geçmeyen duvarlar kalmış. Söylendiğine göre şu ana kadar Medinetüzzehra’nın % 10’luk bir bölümü toprak üstüne çıkartılmış. İspanyollar buradaki kazılara özel bir önem atfediyorlar.

3. Abdurrahman sayısı binleri aşan saray efradı ve muhafızları ile Endülüs’ü buradan yönetir, Avrupa’dan gelen elçileri görkemli törenlerle ağırlarmış. Burayı görenler yeryüzünde böyle bir şeyi daha görmediklerini anlatırlarmış.

Ancak Medinetüzzehra’nın sonu çok acıklı olmuş. Hıristiyanlar eli ile değil de 1010 yılında Kuzey Afrika’dan gelen Berberilerin yağması sonucu büyük ölçüde tahrip olmuş. Kuzey Afrika Valisi Musa Bin Nusayr’in emri ile Komutan Tarık Bin Ziyad’ın 711’de İspanya’ya adım attığı günden fazla değil sadece 20 – 25 yıl sonra baş gösteren ve nerede ise Endülüs tarihinin önemli bir bölümünü kapsayan Müslümanlar arası çekişme ve didişme, 11. yüzyıldan itibaren kuzeyden güneye Katolik Kralların birleşerek yürüttükleri yeniden fetih hareketine tüm Endülüs’te zemin hazırlamış ve bunun bir sonucu olarak da 1236’da Kurtuba’nın ışığı sönmüş ve Hıristiyanların eline geçmiş.

Müslümanlar ise bu tarihten itibaren yaklaşık 2.5 asır sonra Endülüs’ü terk edecekleri en son nokta olan Gırnata’ya doğru çekilmelerine devam etmişler. Bu arada Kurtuba’yı gezerken bir yerde bir şeyler yemek isterseniz, ailesi ile beraber Müslüman olan ve Colon Meydanındaki küçük mescidin mütevelli heyeti başkanı İspanyol Abdullah Imran Abu Muhammed’in Ulucamiye yürüme mesafesinde Palaza Abades meydanında Comedor Arabe Andalussi isimli kafeteryasında hoş bir ortamda Endülüs ve Kuzey Afrika yemekleri ve ailenin güleryüzlü ve Türklere içten ilgisi ile karnınızı doyurabilirsiniz.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir