Truman Show

007-the-truman-show-theredlist

Sahte bir dünyada gerçeği bulmanın hikâyesi

Yönetmen: Peter Weir
Senaryo: Andrew Niccol
Müzik: Philip Glass
Yapım: 1998, ABD , 103 dk.
Oyuncular: Jim Carrey, Ed Harris, Laura Linney

Film, doğar doğmaz bir yapım şirketi tarafından evlat edinilmiş Truman isimli bir adamın, dünyanın en büyük film stüdyosu olacak şekilde inşa edilmiş yapay bir şehrin tek “gerçek” karakteri olarak bu stüdyoya hapsedilmesini ve ardından gelişen olayları konu alıyor.

Televizyon, icat edildiği günden beri sinemayla kol kola yürümüş, hatta çoğu zaman sinemanın sırtına binerek varlığını sürdürmüş bir sektörün oyuncağıdır. Sinema ise televizyonun sözüm ona “nimetlerinden” çok fazla yararlan(a)mamıştır. Biraz da bu sebepten olsa gerek, sinema ara sıra televizyondan intikam alma, onun ipliğini pazara çıkarma girişiminde bulunmuştur. Bunda ne kadar etkili olmuştur bilinmez ama bu girişimlerin birçoğunun sinema tarihine ölümsüz eserler hediye ettiğini söyleyebiliriz. Peter Weir’in usta ellerinde hayat bulan The Truman Show’un bu eserlerin en önemli parçalarından birisi (belki de en önemlisi) olduğunu söylemek kesinlikle abartılı bir yorum olmaz.

Filmin gövde kısmını 30 yaşına gelmiş Truman Burbank’ın başrolünde olduğu, 24 saat canlı yayınlanan ve Truman haricindeki herkesin oyuncu olduğu bir reality show oluşturuyor.

Stüdyonun içinde bunlar olurken dışarısının durumu çok daha vahimdir. Tüm dünya bir olmuş, otuz yıl boyunca habersizce hapis hayatı yaşayan bir adamın 24 saatini canlı canlı izlemekte, fakat buna tek tük vicdanı sızlayanlar haricinde hiçbir tepki vermemektedir.

Truman (ki isminde ironik bir kelime oyunu [true man] vardır) doğar doğmaz bir yapım şirketi tarafından evlat edinilmiş, dünyanın en büyük film stüdyosu olacak şekilde inşa edilmiş yapay bir şehrin tek “gerçek” karakteri olarak bu stüdyoya hapsedilmiştir. Tüm dünyanın yıllar boyunca her anını takip ettiği Truman’ın her şeyden habersiz yaşadığı bu hayatın içinde çekilmez dertler, sıkıntılar, kötülükler yoktur. Truman’ın başka bir hayat, başka bir şehir düşlemesini gerektirecek hiçbir detay barındırmaz içinde bulunduğu stüdyo. Peki, Truman bu sahteliğin ne kadar farkındadır?

Truman’ın kendisi için yaratılmış bir şehrin, anne-babanın, sırdaşın, sevgilinin, eşin ve patronun yer aldığı hayatı sorgulamaya başlaması için bir takım kazalar ve aksilikler olması gerekir. Filmi izleyince görürüz ki, bu aksilikler olmazsa Truman’ın yeni bir hayat arayışına gireceği yoktur. Bir evi, arabası, sevimli komşuları, iyi kalpli bir annesi ve eşi olan hiçbir insanın başka şeyleri arzulamayacağına olan inancın tipik bir dışavurumudur bu durum. Yapım şirketinin Truman’a biçtiği “kusursuz hayat” tam olarak bunlardan ibarettir. Ve işin acı yanı, bunlar bile gerçek değildir. Bunların bile “gerçek olanına” ulaşmak için önce sahtelerine sahip olmak, sahteleriyle yaşamak gerekir. Truman’ın özelinde gözümüze sokulan bu durum batılı düşüncenin de temel yanılgılarından birine denk düşmektedir. Batı dünyası ortaçağ boyunca uçsuz bucaksız bir sahteliğin, yalanlar üzerine kurulu bir düzenin içinde debelenip durduktan sonra ancak dünya savaşları sonrasında uyanabilmiş, günümüzde örnek gösterilen demokratik anlayışa o uzun ve karanlık dönemlerden sonra sahip olmuştur. Düzenin yaratıcıları ise her zaman bu değişime direnmiş, daha çok yalan üretmek, daha fazla göz boyamak zorunda kalmıştır. Filmde stüdyodan çıkmasına bir adım kalan Truman’ı ikna etmek için yönetmenin yaptığı konuşma ve ardından yaşadığı şok adeta bu görüşün sağlaması niteliğindedir.

Stüdyonun içinde bunlar olurken dışarısının durumu çok daha vahimdir. Tüm dünya bir olmuş, otuz yıl boyunca habersizce hapis hayatı yaşayan bir adamın 24 saatini canlı canlı izlemekte, fakat buna –tek tük vicdanı sızlayanlar haricindehiçbir tepki vermemektedir. Barlarda, güvenlik odalarında, banyolarda, huzurevlerinde ve daha nice yerlerde fanatik biçimde takip edilen, üzerine yorumlar yapılan, taraflar tutulan bir yapımın merkezindeki Truman Burbank’in nasıl bir haksızlıkla karşı karşıya olduğunu tüm insanlık ıskalamıştır. Ve hiç kimse bunun farkında bile değildir. Televizyon dediğimiz icadın insanı meşgul etmekten çok daha fazla bir işlevi olduğunu, televizyonun insanları –bir süreliğine dahi olsa- hipnotize etme aracı olarak ne denli tehlikeli bir silah haline geldiğini görmek açısından oldukça sarsıcı bir manzara beliriyor önümüzde. Öyle ki, Truman’ın her şeyi anlaması ve stüdyodan dışarı çıkmaya çalışması bile insanları izledikleri şeyin vahameti konusunda uyandırmaz. Sadece “yeni bir heyecan, gerilimli bir macera” gözüyle bakarlar yaşananlara. Truman dışarı çıkıp şov bittiğinde izleyici olarak bu insanların büyük bir mutsuzluk yaşayacağını, günlerce Truman’ın eksikliğini hissedeceklerini zannederiz ama hiç de bizim düşündüğümüz gibi gelişmez seyircinin tepkisi. “Televizyon rehberi” nerede diye sorar, kendilerini hipnotize edecek yeni şeylerin peşine düşerler sadece. Tam da bu noktada neyin gerçek neyin sahte olduğu birbirine karışmaya başlar. Çünkü 30 yılın ardından ortaya çıkan ağır ve sarsıcı bir gerçek bile insanların algısında değişiklik oluşturamaz. Bu durumdaki insan için gerçek ve sahte kavramları bir potada erimiş demektir. Onun için sadece “heyecan” ve “mera

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir